Özge Korkmaz'ın Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
20.11.2018

"Çatışmalar suresince yaşananları konuşmak ve gündemleştirmek, toplumdaki bazı aktörlerin hoşuna gitmese de siyasi şiddetle yüzleşmek barış inşası için elzemdir."

Michigan Üniversitesi'nden doktora öğrencisi Özge Korkmaz'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 26. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

Bugün burada, 11 Ocak 2016 tarihinde yayınlanan "Bu Suca Ortak Olmayacağız" başlıklı metni imzalayarak “terör örgütü propagandası” yapmakla suçlandığım için bulunuyorum. 

Savcılık tarafından hazırlanan iddianameyi, bildirinin terör örgütü propagandası yapıyor olduğu sonucuna nasıl ulaşıldığını anlamak için tekrar tekrar okumama rağmen, bu konuda tarafıma ve mahkemenize sunulan somut bir kanıt göremedim.

Açıkçası, bu metnin terör örgütü propagandası olduğu iddiasının mahkemeniz tarafından bir dava konusu olarak kabul edilmesinin kaygı verici olduğunu düşünüyorum. 

Kamuoyunda barış bildirisi olarak bilinen bu metinde, dönemin siyasi iktidarına, sivil, yaşlı, genç, çocuk ayrımı yapılmaksızın sürdürülen askeri operasyonların durdurulması ve barış süreci koşullarına geri dönülmesi çağrısı yapılmaktadır.

Sokağa çıkma yasaklarının ve sivil yaşamın orta yerinde devam etmekte olan çatışmaların yarattığı insan hakkı ihlallerinin bir an önce son bulması talep edilmektedir. Bildirinin esas derdi, kalıcı bir barışın kurulabilmesini neredeyse imkânsız hale getiren çatışma ve şiddet ortamının son bulmasıdır. Metinde herhangi bir örgüt ismi geçmemekte, şiddet çağrısı yapılmamaktadır. 

Savcılık, barış bildirisinin Bese Hozat’ın talimatı ile yazıldığını iddia etmektedir. İddiaya göre BeseHozat “aydın ve demokratik çevreler öz yönetime sahip çıksın” diyerek, “talimat” vermiştir. 

Anladığım kadarıyla Bese Hozat’ın sözlerinin bildirinin yayınlanmasının öncesine denk gelmesi bu iddianın tek dayanağıdır. Ancak iki olayın oluş sırası ile birbirini takip ediyor olmaları aralarında bir bağ olduğuna yönelik bir kanıt oluşturmaz.

Ortada 1128 akademisyenin, bir kişinin sözlerini üstlerine alınıp, belli bir niyet ve hedefle bu bildiriye imza attığıgibi hayli ciddi bir iddiayı destekleyecek herhangi bir delil bulunmamaktadır.

Kayıtlara geçmesi açısından vurgulamak isterim ki, Bese Hozat’ı tanımıyorum. Herhangi bir şahıs veya örgütten talimat almadım. Bildiriyi kendi irademle ve anayasal hakkım olan ifade özgürlüğümü kullanarak imzaladım. 

Savcının bir diğer iddiası da bildirinin kamuoyunu yanlış bilgilendirdiği, gerçekliği olmayan ifadeler içerdiği yönündedir. 

Maalesef ki, Kürt illerinde sivil halkın can ve mal güvenliğini yok sayan, çok ağır askeri operasyonlar yürütüldüğü, bu süreçte onlarca sivilin öldüğü, birçok yerleşim bölgesinde çok ciddi tahribatların oluştuğu, Türk Tabipleri Birliği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Diyarbakır Barosu, Avrupa Konseyi, Uluslararası Af Örgütü ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği gibi kurumlar ve insan hakları örgütleri tarafından raporlanmıştır. Bu raporlar avukatım tarafından dava dosyasına sunulacaktır.

Bugüne kadar bildirinin altında imzası olan onlarca akademisyen İstanbul Ağır Ceza Mahkemelerinin karşısına çıktı. Her ne kadar davalar bireysel olarak açılmış olsa da, iddianamelerin, isnat edilen suçun ve bu suç kalıbına dayanak gösterilen fiilin birebir aynı oldukları malumdur. 

Bu nedenle sanıyorum ki mahkemeniz benden önceki akademisyenlerin yaptığı savunmalardan haberdardır. Ben bir akademisyen olarak savunmaların her birini ilgi ve hayranlıkla okudum. 

Davaların; barış bildirisinin amaci, ifade özgürlüğünün tanımı, devletin anlamı, varoluş amacı ve sorumlulukları konularında böylesi derinlikli ve zengin bir tartışma zeminini mümkün kılmasının, bu sürecin az sayıdaki olumlu taraflarından biri olduğunu düşünüyorum. 

Detaylarına bir hukukçu olarak avukatımın çok daha iyi vakıf olduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ifade özgürlüğü ile ilgili kararlarına bakacak olursak, bir görüşün ifade özgürlüğü kapsamının dışında değerlendirilmesi için açık bir şekilde şiddeti meşru görmesi, övmesi ya da teşvik etmesi, gerekmektedir.

Oysa barış bildirisinde şiddeti meşru gösteren ve bireyleri şiddete yönlendiren herhangi bir görüş dile getirilmemiştir. İddianameyi hazırlayan savcının iddia ettiği gibi “örgütün yöntem ve araçlarını öven” tek bir ifade dahi bulunmamaktadır. Bildiri herhangi bir şiddet eylemine neden olmamıştır. 

Anladığım kadarıyla, iddianame savcısı bildiride kullanılan bazı ifadelerin sertliğine ve bildirinin sadece devletin muhatap alınarak yazılmasına takılmıştır.

Barış bildirisi, devletin askeri ve idari imkanlarını en geniş ve ağır bir biçimde kullandığı bir dönemde yazılmıştır. Sosyal medya, bağımsız kuruluşlar, televizyon ve gazeteler aracılığı ile takip edilebildiği üzere bu imkanların kullanımında çok ciddi hak ihlalleri ortaya çıkmıştır. 

Bu koşullar altında, bildiriyi hukuka bağlılık ve modern devletin sorumlulukları üzerine bir diyalog çabası olarak da görebiliriz.

Bildiri, devletletin şiddet araçlarına başvururken bunu uluslararası hukukun belirlediği sınırlar içerisinde ve sorumluluk duygusu ile yapması, hatta bu araçlara başvurmaktan mümkün olduğunca imtina etmesi gerekliliğini vurgulamaktadır.

Bütün bunları yaparken devletin kendi koyduğu ve kendisini de bağlayan hukuki prensiplere referans vermektedir. Akademisyenlerin bu nitelikte bir metni devlete yazmasından daha tabi bir şeyyoktur.

AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarında da birçok defa belirtildiği üzere, demokrasilerde devlet kurumlarının kamunun denetimine ve doğal olarak eleştirisine tabi oldukları kabul edilir. Barış bildirisi de kamu denetiminin sağlıklı bir demokrasi için asgari şart olduğu prensibi ile kaleme alınmıştır.

Metnin sertliğine gelecek olursak... Bireylerin “sert eleştiri” karşısında nispeten daha savunmasız olduklarını düşünebiliriz.

Devletler ise, bireylerden farklı olarak, en sert eleştiriye bile cevap verebilecek araçlara sahiptirler. Üstelik devletler, ellerinde tuttukları güç ve kendilerini bağlayan sorumlulukların büyüklükleri itibari ile, özellikle de yüzbinlerce insanın güvenliğini ilgilendiren böylesi bir durumda, eleştirinin sınırları ve sertliği ile ilgili çok daha fazla hoşgörülü olmalıdırlar.

Ben hukukçu değilim, ama bildiğim kadarı ile iddianame savcısının akademisyenlere isnat ettiği “halkın maneviyatını kırmak; ülkede kaos yaratmayı amaçlayan mesajlar taşımak; devletleri Türkiye’nin içişlerine müdahale ettirmeyi amaçlamak; ters algı operasyonları yapmak; uluslararası bağımsız gözlemcileri ülkeye davet etmek” gibi fiillerin ceza hukukunda bir yeri yoktur.

Yine de belirtmek isterim ki hükümetin uygulamaları ile ilgili bildiride dile getirilen eleştiri ve taleplerin, hükümetin itibarını korumak, uluslararası arenada devlete laf getirmemek gibi niyetlerle eksik, üstü kapalı veya yumuşatılmış bir biçimde dile getirilmelerini beklemek sadece akademik etik ile değil aynı zamanda temel demokratik prensiplerle de çelişmektedir. 

Dünyadaki barış süreçlerine baktığımızda tarihsel hakikatin tüm yönleri ile ortaya konmasının önemini görüyoruz.

Çatışmalar suresince yaşananları konuşmak ve gündemleştirmek, toplumdaki bazı aktörlerin hoşuna gitmese de siyasi şiddetle yüzleşmek barış inşası için elzemdir. Kaldı ki hakikat yarısından vazgeçebileceğimiz birsey değildir. 

Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan her bireyin insan onuruna yakışır bicimde yaşamaya hakkı olduğuna inanıyorum.

Bildiriyi, devlete bu konudaki sorumluluklarını hatırlatmak, tarihsel hakikate sahip çıkmak ve barış talebini yinelemek için, kendi vicdanım ve özgür irademle imzalamış bulunuyorum. Metnin içeriğinde suç unsuru oluşturan bir ifade olduğunu düşünmüyorum. 

Mahkemenin hiçbir hukuki dayanağı olmayan “terör propagandası” suçlamasını ciddiye almamasını ve anayasal hakkım olan ifade özgürlüğümü korumasını bekliyor ve derhal beraatımı talep ediyorum.

(ÖK/TP)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/202794-ozge-korkmaz-in-beyani