Bedriye Aysuda Kölemen Luge'nin Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
21.06.2018

"Demokraside insan amaç olmalıdır, insan her türlü siyasetin merkezi olmalıdır, insan hayatı, onuru ve özgürlüğü insan uğruna ve insanlar için üretilmiş tüm ideallerin, soyut kavramların ve somut kurumların üstünde yer almalıdır."

Kemerburgaz Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Bedriye Aysuda Kölemen Luge’nin Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 33. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

Değerli Mahkeme Heyeti,                                                                                                                                        

İnsan doğası farklılıklar üzerine kuruludur. İnsanların dilleri, dinleri, ideolojileri, gelenek ve yaşam biçimleri, çıkarları ve beklentileri birbirlerinden farklıdır. Müşterek yaşamda bu farklılıklar değişik boyutlarda ihtilaf doğurur.

Bu ihtilaflardan kurtulmak için farklılıkları yok etmeyi deneyebiliriz. Bir dünya düşünün ki, herkes birbirinin aynı şeylere inanıyor ve aynı şeyleri düşünüyor, bir dünya düşünün ki herkesin çıkarları aynı. Bu dünyada ne yönetmeye, ne devlete, ne de siyasete gerek duyulurdu. Böyle bir dünya renksiz olduğu kadar imkansızdır da.

Farklılıkları yok etmeye çalışmak beyhude bir çaba olmaktan öteye geçemeyecektir, çünkü insanlar var oldukça, farklılıkları da var olmaya devam edecektir. Farklılıkları bastırmak, yok etmeye çalışmak,  ancak çatışmayı derinleştirecek ve şiddetlendirecektir, ama engellemeyecektir.

Renkler konusunda dahi anlaşamayan insanların, en temel meselelerde ortak bir noktada buluşmasını beklemek, insan doğasını tamamen reddeden bir hayalciliğin ürünü olabilir ancak. Bu hayalperestlik barış ve refahın tesisini engellemiş, insanlık tarihini çatışmalar tarihi haline getirmiştir.

Daha iyi bir dünya kurma emeli, farklılıklar ile nasıl başa çıkılabilir ve kalıcı barışı nasıl inşa edilebilir sorusunu aydınlanma çağının temel sorunsalı haline gelmiştir. Temsili demokrasi bu ihtiyaca yanıt bulmak, insan ve toplum yapısını temel alan bir düzen kurmak için tasarlanmış, deneme ve yanılma ile düzeltilerek evrilmiş ve evrilmekte olan bir sistemdir.

Farklılıkların birbiri ile uyum içinde olmasa da, barış içinde yanyana var olabileceği bir toplumsal düzen mümkündür. Ancak bu hedefe ulaşırken karşımıza mütemadiyen çıkan bir engel de vardır. Güç.

Güç farklılık tanımaz, güç tahakküm kurmak ister, güç dünyayı kendi rengine boyamak ister, güç herkesin kendi düşündüğünü düşünmesini, kendi inandığına inanmasını, kendi söylediğini söylemesini ister. Güç hem hayalperest, hem zalimdir. Güç büyüdükçe dünyayı kendi görüntüsüne büründürmek ister.

Nasıl ki farklılıklar engellenemez, sınırlandırılmamış gücün zalimleşmesi ve çürümesi de önlenemez. Son zamanlarda yapılan psikoloji ve nöroloji çalışmaları, düşünürlerin bizlere güç hakkında binyıllardır söylediğini onaylar ve bir adım ötesine gider. Denetimsiz güç sahibi insanların beyinlerinde hasar oluşmaktadır. Yani güç sadece baş eğdirdiğini değil, baş eğdireni de tüketen bir zehirdir.

O halde demokrasinin temel işlevlerinden biri de, bu zehirin panzehirini üretmektir. Gücün tek panzehiri ise kısıtlanmak ve denetlenmektir. Bunun için demokratik yönetimler gücü paylaştırır ve denetler. Devletin gücünü üç erke ayırır, yürütme, yargı ve yasama.

Üçüne de birbirini denetleme görevi verir. Siyasetçilerin seçimle gelmesini şart koşar ki, seçmene yöneticiyi denetleme imkanı sunsun. Merkezi yönetime karşı yerel yönetime, yerel yönetime karşı merkezi yönetime yetkiler tanımlar.

Seçilmiş ve atanmışlara farklı güç alanları ve denetim mekanizmaları kurar. İktidar partilerine karşı muhalefet partilerine haklar teslim eder. Üç erk yetmez, dördüncü bir güç olarak bağımsız medyaya devleti denetleme imkanı tanır, bunun için ona koruma sağlar.

Ve elbette toplumun her kesimine, hem kendi çıkar ve görüşlerini, hem de toplumun müşterek çıkarlarını savunmak üzere örgütlenmeyi, devleti, siyaseti ve siyasetçileri eleştirmeyi, alternatif siyasi seçenekler oluşturmayı, kamusal alanda devamlı olarak tartışmayı, uzlaşmayı teşvik eder.

Demokratik düzen bu hakları, bu görevleri devletin yasaları aracılığı ile paylaştırır, ama bunu yaparken asıl amacı güçlerin en büyüğünün, yani devletin gücünün tek bir elde, tek bir merkezde toplanmasını engellemek, denetlenmeyen gücün tüm toplumu zehirlemesini, gücün doğuracağı tahakküm isteğinin toplumsal barışı yerle yeksan etmesini engellemektir.

Demokrasi sadece doğru tasarlanmış kurumlar aracılığı ile de sürdürülemez. Her şeyden önce demokrasinin öznesi ve nesnesi bireydir. Yani demokrasinin farklılıklarını yaşaması için özgür kıldığı, kılmaya çabaladığı bireydir ve demokrasinin işleyişini sürdürecek olan kanunları koyan, eleştiri ve denetim görevini yerine getiren de, en nihayetinde demokrasinin sahibi de bireydir.

Bu yüzden demokrasi sürekli bir yurttaşlık eğitimi getirir. Hayatımızın her alanında bizi tanımlayan boyun eğme kültürü ve alışkanlığından bizi çekip çıkarmak için, içimize nüfuz etmiş tahammülsüzlükleri silkelemek için, daima ve her şartta, önce barış yolunu tercih etmek için, kurulacak hiçbir mekanizmanın hatadan muaf olmadığını, çünkü her mekanizmanın insan kontrolünde olduğunu kabul eder.

Demokrasi ancak demokrasiye inanmış, onu özümsemiş, onun devamının sorumluluğunu şahsen ve ahlaki bir görev olarak üstlenmiş bireyler sayesinde varlığını sürdürebilir.

Demokrasinin ve toplumsal barışın karşısındaki en büyük tehlike tahakküm ise, tahakkümün bir ayağı onu uygulayan güç, diğer ayağı ise ona sorgusuzca itaat eden bireydir. Koşulsuz itaat eden birey demokratik yapı için tehlikelidir. Kendine her söyleneni sorgulamadan yerine getiren birey, bir araç haline gelir.

Oysa demokraside insan amaç olmalıdır, insan her türlü siyasetin merkezi olmalıdır, insan hayatı, onuru ve özgürlüğü insan uğruna ve insanlar için üretilmiş tüm ideallerin, soyut kavramların ve somut kurumların üstünde yer almalıdır. Gücün odağı bazen bir kurum, bazen bir insan, bazense toplumun çoğunluğudur.

Bu sebepten demokratik düzen varlığını sürdürebilmek için düşünen, eleştiren, sorgulayan vatandaşlara ihtiyaç vardır. Demokrasinin sağlığı ve devamı için bazı kişilere diğerlerinden daha çok ahlaki sorumluluk düşer.

Bunlar arasında mesleği gereği tarihi, toplumu, siyaseti anlamaya ve anlatmaya çalışan, okuyan ve yazan, öğrenen ve öğreten akademisyenler de yer alır. Akademisyenlik sadece maaş alınan bir iş değil, kendi ahlaki, ilkeleri ve topluma karşı sorumlulukları olan bir meslektir.

Ben de bu sorumluluk bilinciyle demokrasi ve şiddetsizliğin toplumsal hayatın her alanına yayılması için yıllardır çaba gösterdim. Öğretmen ve okul yöneticilerine, ebeveynlere şiddetsizlik, gündelik hayatta şiddeti engelleme yöntemleri konusunda eğitimler ve seminerler verdim, yazılar yazdım.

Çocuklara demokratik siyaset eğitimi verdim. Şiddetsizlik siyaseti ve stratejileri üzerine çalıştım, gündelik hayatımda şiddetsizlik felsefesini uygulamaya çalıştım. Toplumsal barışın kırılmasında kişilerin ve grupların davranışlarının, şiddetin ve çatışmanın psikolojik boyutu ve buna karşı alınabilecek tedbirler konusunda dersler verdim.

Şiddetin engellenmesi, bireysel,  ulusal ve uluslararası seviyede barışın tesisi mesleki olarak öncelikli ilgi alanım oldu. 

Ancak ülkemde yaşanan çatışma halinin bir an önce son bulması için yapabileceğim tek şey barış için yapılmış bir çağrıya ortak olmaktı.

Bu çağrının muhatabı sadece Türkiye Cumhuriyeti devleti olabilirdi, çünkü böyle bir talebi ancak vatandaşlık bağı ile bağlı olduğum, meşruiyetini kabul ettiğim, kanunlarına uyduğum ve şiddeti sona erdirme yetkisi ve yetisi olan devlete yönlendirebilirdim. Sosyal medyada gördüğüm imza metnini okudum ve e-mail aracılığı ile imzamı gönderdim.

Barış çağrısının her zaman yanlış anlamaya mahal verdiğine, şiddete karşı verdiğim eğitimlerde de şahit oldum.

Okullarda şiddete şiddetle karşılık vermenin ancak şiddet sarmalını devam ettirmekle sonuçlanacağını, şiddeti sonlandırmanın tek yolunun şiddete başvurmayı reddetmek olduğunu anlattığımda, çocuklarımız mağdur olmamak için kendilerini nasıl savunacak diye soran anne babalarla, kavga eden çocukları şiddet kullanarak ayırırsak, şiddeti onaylamış oluruz dediğimde, nasıl şiddetsiz durdurabiliriz diyen öğretmenlerle konuştum.

Şiddetsizlik ve barış, çıkmış bir kavgayı şiddet kullanarak sonlandırmakla sağlanamaz. Barış bir ateşkesten ötesidir. Kalıcı barış, şiddeti reddetmekle, çatışmaların çıkmasını baştan önleyen bir düzen kurulmasıyla, her sorunda şiddetsiz çözümleri keşfetmekle ve uygulamakla mümkün olur.

Bu ancak gücün demokratik bir düzen içinde devlet ve topluma paylaştırıldığı, farklılıkların tanındığı ve onlara alan açıldığı bir ülkede mümkün olur.

Tek özlemim farklılıklarıyla barış içinde yaşayan, demokratik bir ülkedir. Bunu engelleyen koşul ve çatışmalara itiraz etmek bir vatandaş ve akademisyen olarak ahlaki görevimdir. Şiddeti destekleyen bir metne imza atmam, böyle bir çağrıya ortak olmam söz konusu olamaz. 

İmzaladığım barış çağrısı metninde terör dahil herhangi bir şiddet biçimini onaylayan, hoş gören, ona göz yuman, ya da kanuna aykırı bir unsur yoktur. Tüm bu nedenlerle bana isnat edilen suçu reddeder ve derhal beraatimi talep ederim.

(BAKL/TP)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/198391-bedriye-aysuda-kolemen-...