Özellikle siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler disiplinlerinde kadınlara indirgemeci bir yaklaşımla “uysal” “barışçıl” ve “uzlaşmacı” roller çizen yaklaşımlar olmakla birlikte özellikle 90 sonrası dönemde bu yaklaşımları sorgulayan ve kadınların doğuştan değil öğretilmiş rolleri yüzünden bu sıfatları taşıdıklarını iddia eden yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Kadınlar, doğuştan pasifist değildir. Öyleyse toplumlarda erkek üzerinden öğretilen ve yürütülen şiddet ve uzlaşma uzağı tutumunun nedeni nedir? Kadınların pasifist duruşunun barış süreçlerine getirisi ne olur?
Bu soruların en bariz cevaplarını ataerkil öğretiler ve bunun yansıması olan erkek egemen alanlarda bulabiliriz. Ataerkil sistemde erkeğe hep egemen olması, her şeyin kendisi üzerinden konuşulmasını istemesi ve kazanmak öğretilir. Bunun sonucu da genelde “kazanmacı” ve kazanmaya yönelik zorlayıcı, bazen tehdit edici sorun çözme yaklaşımıdır. İsrail, İtalya, Finlandiya ve Polonya’daki çocuklarla yapılan bir çalışmanın sonuçları, bazı kültürel farklılıklar olmakla birlikte genelde erkek çocukların kız çocuklara oranla çatışma durumlarında daha fazla tehdit ve fiziksel güç kullandıklarını, kız çocukların ise daha çok yapıcı çözümler bulduğunu ve üçüncü tarafların sorun çözme yöntemlerine başvurduğunu göstermektedir.
Milliyetçilik, militarizm ve bizzat savaşın kendisi cinsiyetlendirilmiş süreçlerdir. Dolayısıyla savaşa, ırkçılığa, ayrımcılığa dayanan sebeplerin ortadan kaldırılmasında da toplumsal cinsiyet duyarlı bir perspektif önemlidir. Ama bu perspektif doğuştan kadın olmakla değil, şiddetin doğasını anlayan ve bu şiddet ortamında kadının nasıl ötekileştirildiğini gören bir bakış açısıyla olabilir. Bu ise kadınların barış süreçlerine sadece “cinsiyetleri” üzerinden dahil olmalarının değil, kadını ve sorunlarını temsil eden ve eşitlikçi ideolojiyi savunan feminist bakış açısıyla eklenmelerinin etkili olacağını söyler.
Bugün Türkiye’de hem ekonomik hem toplumsal hem de siyasi hayattaki tüm karar alma mekanizmalarında erkeklerin olduğu ortada. Kadınların güç pozisyonlarına yükselmelerini engelleyen cam tavanı oluşturan kültürel ve yapısal engeller tüm toplumlarda olduğu gibi Türkiye’de de kuvvetli bir olumsuz güç. Peki kadınların karar alma mekanizmalarına dahil edilmeleri barış süreçlerinde neyi değiştirebilir? Buna verilecek en basit cevap kadınların savaş, şiddet ve çatışmalardan erkeklerden farklı şekillerde etkilenmiş olmaları ve barışın sağlanmasının ve kalıcılığının ancak bu farklı deneyimlerin de süreçte yer almasının sağlanması ile olacağıdır. Türkiye’de bu farklı deneyimlerin en bariz örneği zorunlu göç alanında yaşanmıştır. Dr. Handan Çağlayan ve Prof. Dr. Şemsa Özar’ın “Ne Değişti?” adıyla kitaplaştırılmış araştırması ve benim de yazarlarından olduğum Zorunlu Göçle Yüzleşmek çalışması, kadınların çatışmalı ortamın doğurduğu zorunlu göç yüzünden geldikleri metropollerde çoğu Türkçe bilmemekten ya da evin dili ile sokağın dilinin aynı olmamasından kaynaklı birçok sorun yaşadıklarını göstermekte. Barış süreçlerinin başarısı ve kalıcılığı değişik kesimlerinin çatışmalı süreçte zedelenen hayatlarının tesisi ve bunu yaparken farklılıkların yansımasına verdiği değerle birebir bağlantılıdır.
Handan Çağlayan 2009’da Feminist Yaklaşımlarda yaşanan şiddetin toplumsal cinsiyet rollerini nasıl keskinleştirdiğini şöyle açıklıyor: “Savaşı ve zorunlu göçü kadınların farklı deneyimleme biçimleri, Kürt kimliği ve dili üzerindeki baskıların, cinsiyet ayrımcılığını ve kadınların üzerindeki ataerkil kontrolü nasıl pekiştirdiği, koruculuk sisteminin aile içi şiddet üzerindeki etkileri, kadınlara karşı işlenen savaş suçları, cezaevindeki kadınların ayrıca neler yaşadıkları ya da milliyetçi-militarist söylemin ve binlerce genç erkeğin çatışma bölgelerinde askerlik yaptıktan sonra kentlerine dönerken taşıdıkları travmaların, şiddet potansiyelinin ve bunun mevcut cinsiyet ilişkilerine, kadına yönelik şiddete ne ölçüde yansıdığı hususlara dair elimizde pek bir şey yok. Oysa bu olmadan onarıcı adaletin sağlanması tam anlamıyla mümkün olmayacak” (s.15)
BM Güvenlik Konseyi 1325 no.lu kararı, kadınları çatışmaların yalnızca kurbanları (bir savaşma aracı olarak şiddet ve tecavüz de dahil) olarak gören bakış açısından onları çatışmaların çözümlenmesi, barışın inşaası ve korunmasında erkeklerle eşit şartlarda görev alan aktörler olarak gören bakış açısına geçişin öneminin altını çizmektedir.
Kadınlık, her seviyede kadının sahip olduğu kimliklerden sadece birisidir. Bu kimliklere verilen önem ve bu kimliğe atfedilen değerler, şiddet ve barışın nasıl algılandığının ve barış için nasıl yeni bir bakış açısı sunulacağında sırf “kadın olma” durumundan çok daha önemlidir. Yani bugün toplumumuzda kadına atfedilen ve “kadınsal” denilen değerler, barış süreçleri ve uyuşmalık çözümünde biyolojik kadın olma durumundan daha belirleyici değerlerdir.
Kadınların uyuşmazlık çözümü ve barış alanlarında önemsenmeleri için önemli nedenleri sıralamak gerekirse:
- Kadınlar her alandaki çatışmaları erkeklerden daha farklı nedenlerden yaşayabilmekte ve çatışmalardan farklı şekillerde etkilenmektedirler. Dolayısıyla bütüncül çatışma çözümü ya da barış süreçlerinin bu deneyimleri göz önünde bulundurmaları ve kadınlara özel çözümler üretmelidir. Bu çözümlerin üretilmesi için kadın sorunlarını temsil eden kadınların (kadınlar için kadın temsilci) her seviyede oluçturulacak müdahale alanlarında süreçlere dahil edilmesi can alıcıdır. Örneğin, Kürt meselesinin çözümünde savaştan ve zorunlu göçten farklı etkilendiği bilinen kadınların sorunlarının çözümü için kadınların barış süreçlerinde temsili çok önemlidir. Sürdürülebilir barış ortamında kadın ve fakirliğin önlenmesi stratejilerinin geliştirilmesi de önemli bir alandır. Kalıcı barış kadınların aktif katılımı kadar kadınların kamusal ve siyasi alandan dışlanmalarına neden olan yapısal eşitsizliklerin de ortadan kaldırılmasını gerekli kılar.
- Fakat kadınların sadece “kadın” olarak güç merkezlerine getirilmeleri ne bu sorunlara duyarlı politikalar üretecek ne de bu politikalar barışcıl olacak anlamını gelebilir. Bunun olması için bazı koşulların oluşturulması gerekmektedir. Literatürede bu koşullar şöyle sıralanmakta: a) kadınların kendi yaşam deneyimlerinden dolayı erkeklerden farklı bakış açıların olması, b)sayıca kritik bir topluluk oluşturmaları ve c)kadınların seslerinin duyulması için kurumsal yapıların oluşturulması (Cowell-Meyers 2001). Fakat en önemlisi karar mekanizmalarındaki kadınlar ancak kadın hareketiyle ilişki içersindeyse kadınları ve kadın sorunlarını bu süreçlere dahil edebiliyorlar (Conover 1988).
- Avrupa’da iş hayatında yöneticilerle yapılan bir çalışma kadın yöneticilerin basmakalıpların aksine erkek meslektaşlarına oranla riskleri daha iyi yönettiklerini, daha bağımsız düşündüklerini ve değişikliğe daha açık olduklarını göstermiştir. Dolayısıyla, kadınlar hakkında basmakalıp yargılar bir yana bırakılarak onlara liderlik pozisyonlarının önünün açılması, sanıldığının aksine barış için gerekli olan değişikliklerde daha cesur adımlar atılmasına önayak olabilir.
Bu noktada barış sürecindeki kadınların ve arabulucu rollerindeki herkesin kadın hareketine yakın olmalarının neden önemli olduğunu tekrarlamakta fayda var. Marsha Lichtenstein (2000) feminizm ve dönüştürücü arabuluculuğun bazı ortak değerleri vurguladığını söylüyor. Bunlardan en önemlisi olarak da dönüştürücü arabuluculuğun yani uyuşmazlık çözümünün feminist sosyal-psikolojiden “empati”yi öğrendiğini belirtiyor. Karşındakinin yaşadıklarını onun çerçevesinden anlamanın barışın inşaasında ve kalıcı kılınmasında en önemli faktör olduğunu söylemeye gerek yok.
Son zamanlarda yapılan çalışmalar Kürt meselesine eklemlenen toplumsal kutuplaşma boyutundan bahsetmektedirler. Gregory Tillett, Resolving Conflict adlı kitabında kadınların erkeklere oranla sorunların ilişkisel boyutuna ve karşısındakinin algılarına daha fazla odaklandıklarını belirtmektedir. İçinde bulunduğumuz süreçte, “Akil İnsanlar”a yüklenen göreve baktığımızda bile toplumdaki algı değişimine olan ihtiyaç barizdir. Kadınların bu süreçte daha aktif katılımları kutuplanmış alanlarda grupların birbirinin algılarını anlaması ve empati ortamının sağlanmasına katkı sağlayacaktır.
De la Rey ve McKay’in 2006’da 16 Güney Afrikalı kadın liderle yaptığı çalışma, kadınların barışı uzun bir yol olarak gördüklerini ve bu yolun sonunda insanların ana ihtiyaçlarının karşılandığı, yani yapısal barış ortamının oluşturulduğu bir dünya olarak tanımladıklarını ortaya koyuyor. Gene çok önemli bir nokta olarak, bu kadınlar barışı kadın ve erkeklerin birbirleriyle nasıl bağ kurduklarının anlaşılması üzerine bir süreç olarak da tanımlıyorlar ve toplumdaki kadına yönelik şiddetin de ortadan kaldırılmasınn kalıcı barışı sağlayacağı yönünde hem fikirler. Dolayısıyla, kadınların kadın sorunlarını temsilen barış sürecine aktif katılımı, sadece silahların sustuğu bir dünyanın ötesinde eşitsizlikleri gidererek yapısal barışın sağlanabileceği bir dünyayı hayal edebileceğimiz ufuklar açma potansiyeline sahiptir.