Dört Akademisyenin Berlin'i - "İlticaya Başvuru, İnsanı Sıfırlayan Bir Süreç"

Yazar / Referans: 
Beyza Kural, Bianet
Tarih: 
20.12.2017

Almanya'da iltica başvurusunda bulunan kadın akademisyen süreçte karşılaştıklarını anlatıyor.

Dört Akademisyen'in Berlin'i söyleşilerinin üçüncüsünde ilticaya başvuran bir akademisyenle görüşüyoruz. Akademisyenlerin karşılaştıkları ilticaya yönlendirme uygulamasının yanında kendi tercihiyle bu sürece başlayan bir akademisyenin deneyimlerini dinleyeceğiz.

İsminin açıklanmasını istemeyen bir kadın akademisyen, iki ay önce gittiği Almanya’daki iltica başvuru sürecini anlatırken “sıfırlayan” tanımını kullanıyor.

İltica başvurusunda Türkiye'ye uzun süre geri dönmeyeceğini bilmek, Almanya'daki akademilerdeki güvencesiz ortam ve Almanya'daki hükümet temsilcilerinin Türkiye'den gelen akademisyenlere destek olacağını söylemesinin etkili olduğunu belirtiyor; "Ama başvurduktan sonra sürecin böyle olmadığını gördüm” diye devam ediyor.

İltica sürecinin en ciddi sıkıntısının bilgi yetersizliği olduğunu anlatırken haklarını öğrenebilecekleri metinlere aracısız ulaşamamanın ikinci bir sorun olduğunu söylüyor.

Bekleme süreçlerinde ve kamplarda can güvenliği ve taciz tehdidi hissetmesi nedeniyle kampa girişini henüz tamamlamayan akademisyen, “iltica sürecine keşke başlamasaydım“ dediği çok sefer olduğunu belirtiyor.

İlticanın devletle kurulan ilişki biçimiyken kimlik tanımlamasına dönüşmesinin bir tür biopolitika olduğunu ve kendisini en çok "sadece mülteci olarak tanımlanmanın“ rahatsız ettiği söylüyor ve ekliyor; “Bu dönemde dayanışma ve birlikte mücadeleden, birbirini gören ve kollayan tutum almaktan başka bir çıkar yol göremiyorum.”

“Hayatımın en apolitik döneminde hakkımda dava açıldı”

Siz Almanya’ya gelmeye nasıl karar verdiniz?

Geldiğim yerde hakkımda dava açılmıştı. Üniversitenin kendi yaptığı etkinlikte öğrencilerimle halay çekmek, etnisitesine bakmaksınız öğrencilere eşit muamele yapmak, sendika temsilcileriyle görüşmek gibi “suçlamalar” ile “terör örgütü propagandası” yaptığımı iddia ediyorlar. Elbette ki sosyal medya paylaşımları ile yansıttığım muhalif görüşlerim de “delil”. Sonuç olarak “propagandayı meslek haline getirmekten” kabaca bir hesapla 10 ile 20 yıl arası hapis istemiyle yargılanıyorum.

Türkiye koşullarında bu tür iddialar ile fezlekelerin hazırlanması “normal” hale geldi. Hukuksuzluk norm halini aldı zaten. Polisin hakkımda soruşturma yaptığını öğrendiğim andan itibaren kabus başlamıştı. Ve dava açıldı.

Hayatımın en apolitik döneminde, en saçma iddialarla, tutuklanma riskimin yüksek olduğu bir iddianame ile dava açtılar. Açıkçası, kendi ismimle yazdığım yazılarımı, konuşmalarımı bile iddianameye almadan açmışlardı davayı. Soruşturmayı derinleştirmeye gerek bile duymamışlardı. Böyle saçmalıklar karşısında insanın kendini savunması bile mantık hatası gibi geliyor bana.

“Tehdit mesajının ardından geri dönmemeye karar verdim”

Hukuksal süreç, başka bir dinamiği daha tetikledi bu arada:

Zamanla görev yaptığım taşra kentinde hakkımdaki suçlamalar duyuldukça yalnızlaştırılmaya, üstü örtük tehditler almaya ve düşmanca tavırlar görmeye başladım. Yazın konferansları bahane ederek uzun süre yaşadığım kente dönmedim, ortalığın durulmasını bekleyerek izinler aldım. Üniversite yönetimi de benim ayakaltında olmamamı kendisi için daha korunaklı gördü, göz yumdular buna.

Yazın bitmesiyle eve döndüm. Bir sabah uyandığımda adım bile yazmayan kapımda bir tehdit kağıdını asılı olarak buldum. İlk duruşmaya birkaç gün kalmıştı; yeşil pasaportum vardı, duruşma gününü Almanya’da bir panelde konuşmacı olarak geçirmeyi ve geri gelmeyi planlıyordum ki tehdit mesajından sonra geri dönmemeye karar verdim. Bir anda her şey belirginleşti; avukatımın dediği gibi böyle bir dava açıldığına göre sonucu belliydi. İki üç gün içinde karar alıp, evimi tasfiye edip geldim.

“Aslında her yerde bir sürü Erdoğan var”

Türkiye’de zannediliyor ki bir tane Erdoğan var. Aslında her yerde bir sürü Erdoğan var. Bu bir kariyer, siyaset yapma, ayakta kalma tarzı. Benim gibi muhalif olanlar, her yerde kariyerinde ilerlemek isteyenler için veya kahraman olarak öne çıkmak isteyenler için bir hedef. Bizim başımızda bir tane Erdoğan yok. Bunların her biri küçük küçük Erdoğancıklar olarak kendi kariyerlerini garanti basamakları bizim bedenlerimizin hayatımızın üzerinden geçiyor. Birilerini “vatan haini” ve “terörist” olarak gösterdikleri ve cezalandırdıkları sürece ödüllerini alıyorlar. Bu sistem her yerde her cinste her yaşta ve her etnisitede pek çok Erdoğan yaratıyor bu şekilde.

Politik olarak muhalif olmaya bile gerek yok hedef gösterilmek için, yalnız yaşayan, büyük olmayan kentten gelmiş bir kadın olarak, bir feminist olarak ve biat etmeyen bir akademisyen olarak bu tipolojiye uyuyordum. Ben de ortalamaya hayat tarzı olarak uymayan veya biraz daha idealistçe işini savunmaya çalışan herkes bu süreçte hedef gösterilebilir artık. Hiçbirimizin artık apolitik olma gibi şansı yok bu koşullarda.

“Akademisyenlere destek beyanları bende olumlu etki yarattı”

Oturma izni, burs gibi seçeneklerin yanında neden ilticayı tercih ettiniz?

Geldiğimde elimde burs, oturum, iş sözleşmesi hiçbir olanak yoktu ve kısa zamanda da çıkacak gibi değildi. Zaten öncelikli derdim de Türkiye’deki risklerden biraz uzaklaşmaktı. 

Almanya’ya geldiğimde Türkiye’ye dair umutlarımı uzun bir süre için yitirmiştim zaten. Yani uzun süre geri dönemeyeceğimi biliyordum.

Almanya’da ise çevremdeki tüm akademisyen arkadaşlarımdan gördüğüm Türkiye’den epey farklı bir güvence ve bürokrasi anlayışı olduğu idi. Çalışma koşulları kısa zamanlı sözleşmelere dayanıyor ve herkes iş bakıyor. Daha burs başlamadan diğer burs başvurusu yapılıyor. Son derece güvencesiz. Ben ilk iki hafta baktım ki bu şekilde kolay olmayacak. Doğrudan ilticaya başvurdum. Zaten politik sığınmacı olarak gelmiştim.

Almanya’daki çeşitli hükümet temsilcilerinin Türkiye’den gelen akademisyenlere destek olacaklarını söylemeleri, buna dair kendi ağızlarından beyanlarının olması da bende önemli bir etki yarattı. Dedim ki demek ki biraz korunaklı olabileceğiz.

“İltica insanı sıfırlayan bir süreç”

İltica sürecine başladığınızda neler yaşadınız?

Ama başvurduktan sonra sürecin böyle olmadığını gördüm. Son derece insanı sıfırlayan bir süreç ve bürokrasi duvarı karşıma çıktı. Kadın ya da erkek, politik bir insan ya da politik olmayan bir insan, ya da akademisyen olarak başvurmanızın önemli yok. Tek önemli olan şey konuşabildiğiniz diller. Benim için İngilizce konuşanlar ile irtibat kurmak biraz daha kolaydı ama bürokrasiye girdiğiniz andan itibaren aslında konuşamıyorsunuz, soramıyorsunuz ve anlatamıyorsunuz. Koskoca bir belirsizlik alanına giriş yapıyorsunuz.

“Sürecin anahtar kelimesi: Beklemek”

İltica sürecindeki ilk adım ne?

İltica için bir kampa gidip başvuruyorsunuz önce. Ben Berlin’de değil başka bir kentte başvurmuştum. İlk başvurumda yeşil pasaportumu teslim ettim, bana karşılığında birkaç A4 kağıt verdiler. Sağlık muayenesi, parmak izi alımı, fotoğraf çekimi ve yol soruları ile kaydıma başladılar. Kampa ilk başvuruyla hangi eyaletin benden sorumlu olacağı belirleniyor. Bu konuda eyalet nüfusu ile mülteci dengesi korumaya çalışıyor eyaletlere arasında. Nerede boşluk varsa oraya yönlendiriliyorsunuz. Ben Berlin’e gönderildim.

Kasım başında Tempelhof’taki kampta yeniden başvurumu yaptım. Kampta yeniden parmak izi, fotoğraf ve sağlık raporu işlemleri yapıldı. Buradaki görevliler çoğunlukla göçmen ve erkek. Oradaki tavırları çözebilmek zaman alıyor. Ancak çözdüğüm bir şey var ki o da bu sürecin anahtar kelimesi: Beklemek. Bende yarattığı his, son derece Ortadoğulu bir otorite sembolü… Çok önemli kişi, kapısının önünde en fazla beklemeye razı olduğu kişidir. Yani bir nevi biat ve disipline etme halidir bekletme. Burada yaşadığım his en başından itibaren bu oldu. Dahası, güvenlik kontrolleri ve nerede oturacağınıza kadar belirlenmiş bir belirsizlik alanında bekleyiş bu.

“Bit kontrolü”

Buradaki ilk gün süreci nasıl?

Süreç son derece standart prosedürlerle yürütülüyor deniliyor. Ancak öyle değil.

Bir anekdot anlatayım: Sağlık raporu alınması sırasında tercüman ile hekimin yanına giriyorsunuz. Hekimin soruları ve verdiğiniz cevapları tercüman çeviriyor, sonra tercüman dışarı çıktığında hekim muayeneye başlıyor.

Ben oraya görüşmeye gireceğim diye düşünerek ve hiçbir bilgim de olmadığımdan sürece dair, kendi yaşam tarzıma uygun kıyafetlerle gitmiştim. Kısa etek, çizmeler, şal, ceket… Görüşmeye giden insan kıyafeti nasıl olursa öyle.

Bir evden geldiğim ve “orta sınıf” niteliği gösterdiğim belli yani. Bana hekim bit kontrolü yaptı orada… Çok garip geldi, çocukluğumdan beri böyle bir şey ile karşılaşmamıştım. Üstelik kısaca nereden, hangi meslekten geldiğime dair bilgi edinmiş olduğu halde hekimin tercihi bit kontrolü yapmaktan yana oldu. Ben tepki gösterip “Sizce gerçekten gerek var mı?” diye sorduğumda da “Bu standart prosedür” dedi ama biliyorum ki benden sonra giden başka arkadaşıma bu yapılmadı. Bu aşağılayıcı bir şey aslında. Sadece Türkiye’den gelen kadın olduğunuz için yapabiliyorlar size.

“Tempelhof’un içi ve dışı”

Tempelhof kocaman bir kaç hangardan oluşan modern Almanya mimarisi örneği. Çok etkileyici bir bina, kütlevi yapısı, açık alanları, dışında her halinden duyumsadığınız tarihi… Ancak içeride, benim gördüğüm kısmında, ironik şekilde bu moderniteden eser yok.

Oturma ve bekleme alanlarında havalandırma ve ısınma sorunu var. İçerinin size verdiği geçicilik hissi ile bina tam tezat.

Arka tarafta kalacak yerler var. Plastik ve metalden oluşan haznelerle yataklar ayrılmış durumda ve aralara perdeler konuşmuş. Mahremiyet perdelerle sağlanıyor. Kadınlar özellikle çok rahatsız ve korunaksız hissediyorlar.

İnsanların, özellikle kadınların kaygılarla çok da duş almadığını gözlemlemek mümkündü. Yeri olanlar için orada kalmak zorunda olmamak çok iyi hissettirdi bana. Yasal olarak bekleme sürecinde kamplarda kalmak şartı var. Mülteciler için kamplar hem gereklilik hem de bir hareket kabiliyeti kısıtlama aracı.

“Sıralı olarak Bundesalle'ye gidiş”

Kampa başvurunun ardındaki adım ne?

Tempelhof’ta işini bitince sizi Bundesalle 171’deki göçmen kayıt merkezine gönderiyorlar bir otobüsle. Saat 7.00’de ve saat 10.00’da hareket eden iki otobüs var sürekli. İlk gün adınızı listeye kendileri ekliyor. Ancak diğer günler size randevu (termin) verilmiş ise otobüse binebiliyorsunuz.

Otobüste size sonradan yemek fişi olduğunu anlayacağınız bir küçük renkli kağıt veriliyor ve “Kaybetme” deniliyor. Otobüste memurların ve mültecilerin oturacağı yerler bile belli. İndiğinizde güvenlik sizi sıraya sokuyor ve sıralı olarak Bundesalle 171’e girebiliyorsunuz.

“Kayıt merkezine ilk gidişte yol ifadenizi veriyorsunuz”

Göçmen kayıt merkezindeki ilk gün nasıl geçiyor?

Göçmen kayıt merkezindeki binaya ilk gidişinizde ilk yol ifadesini veriyorsunuz. Yol ifadesi sizin nasıl geldiğinizi sormalarıyla başlıyor. Pasaport mu, uçak bileti var mı, kaçak geldiyseniz ilk nereye girdiniz diye soruyorlar.

Dublin Anlaşması gereği, başka ülkeden Almanya’ya geçtilerse mültecileri ilk geçtikleri ülkeye devretmeleri gerekiyor. İlk nereye geldiğini öğrenmeye çalışıyorlar ve yanınızdaki para miktarını soruyorlar. Sonra göğüs röntgeni çekiliyor, yeniden parmak izi alınıyor ve sizi birinci kata gönderip beklemenizi istiyorlar. Genelde ilk gün kayıt işlemleri “yoğunluk nedeniyle” bitmiyor.

“Bekleme sürecinde tacize uğruyorsunuz”

Bekleme odalarında da mülteciler nereli ise oradasınız; Almanya’da değilsiniz. Mültecilerin çok önemli kısmı erkek, Ortadoğulu; eğer kadınlar varsa kocalarıyla mülteciliğe başvurduklarını ya da hamile bir grubun beklediğini görüyorsunuz. Benden başka orada tek başına kadın olarak bekleyen sadece bir siyah kadın gördüm.

Bekleme odasında hamile ve Çince konuşan kadın grubu, Rusça konuşan bir topluluk, Afrikalı bir topluluk, Suriye’den, Irak’tan gelenler vardı. Herkes kendi dilini konuşabildiği insanlarla kaynaşmış durumda bekliyorlar. Bekleme odasının mekansal psikolojisi üzerine çalışma yapmak isterdim ancak bu derece kırılgan hissettiğiniz bir yerde o gücü toplayamıyorsunuz kendinizde.

Görevliler de genellikle erkek. Dolayısıyla tacize uğruyorsunuz. İlk gittiğimde nasılsa kayıt yaptırdım sadece görüşmeye gireceğim, başvuruda bulunuyorum kendimi ifade edebileceğim kıyafetle gideyim derken, sonraki hiçbir gün bir daha etek giymedim. Neden giymediğimi düşününce orada sürekli göz taciziyle karşılaştım bekleyenlerden. Geldiğim yerden bildik kodlar ama daha beter bir korunmasızlık vardı.

“Hi doctor, I have a headache”

İlk kayıt esnasında doktor unvanımı kullanmak istedim ama bir türlü kullanamadım. Hatta ben çok ısrar ettim diye benimle dalga geçmeye başladılar. “Hi doctor, how are you, ı have a headache” gibi. Bir ara vazgeçtim tamam yazmasınlar diye ama sonra baktım benim hakkım bu, yazdırabiliyorum herkes yazdırıyor.

Doktor unvanımı kullanmakla ilgili sıkıntıyla her yerde karşılaştım. Ya dalga geçme ya da “Bilmiyoruz, belki de sizin okuduğunuz okullar burada geçerli değil, biz nereden bileceğiz gibi” şeylerle karşılaştım. Mülteci statüsünde “akademisyen”i kabul edebilmeleri memurlar açısından oldukça zor bence. Sağlam dirençler var orada.

“Çevirmenin sorularının ardından Türkiye’de polis ailemi aradı”

Bana orada garip bir şey oldu. Benimle ilgilenen çevirmen bana çok daha fazla soru sormaya başladı. Nereden, neden geldin, dava ne hakkında diye sorular sorup “meraktan soruyorum” diyordu. Bunun ertesi gününde de polis Türkiye’deki ailemi telefonla arayıp beni sormaya başladı. Tabi kimseyi zan altında bırakmak istemem ama skandalı* duyunca o günlerde çok endişelendim. [*ARD'nin tagesschau.de adlı haber portalında yayınlanan haberinde, Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı tercümanlar vasıtasıyla Almanya makamlarının bilgilerine ulaşmaya çalıştığı iddia ediliyordu.]

O sırada hangi çevirmenler bulunuyorsa birini siz yönlendiriyorlar, işe bağlı olarak her süreçte değişebiliyor da, aynı çevirmen gelebiliyor da. Tamamen yoğunluk durumuna ve tesadüfe bağlı. Çevirmenler Türkçe açısından çok iyi ifade edemiyorlar, yani önceden bunu biliyor olsaydım kendimle ilgili bazı tanımların Almancasını önceden öğrenip hazırlıklı olurdum. Ayrıca hangi işlemlerin yapıldığını ayrıntılı olarak tek tek öğrenmek o günlerde en fazla ihtiyacım olan şeydi.

"12 gün boyunca her sabah 'termin' bekledim"

Kayıt merkezindeki ilk günün ardından süreç nasıl işliyor?

Kayıt merkezinde ilk gün işlemler bitmeyince bir tercüman gelip, adınızı okuyup sizi bir bilet ile kampa gönderiyor ve sabah 6 buçukta Tempelhof’tan kalkan otobüsle buraya yeniden gelmemiz gerektiğini söylüyor.

Ertesi sabah 6.30’da orada oldum, saat 8.00’e kadar bekledik, adımın listede yer almadığını öğrendim. Ama durumu anlamadığım için kayıt merkezine kendim ulaşıp bekledim. Kendiniz gidince elinizdeki randevu kağıdına bakıp sizin kayıt merkezinize girmenize izin veriyorlar. Ama tamamen nafile bir çabaydı ve bekleme odasında kendimi çok rahatsız hissettiğim için daha sonra termin verilmeden hiç gitmedim.

Sistemi öğrenince her sabah (hafta içi) sabah 7.00’de Tempelhof’a gidip, listede adım olup olmadığını öğrenip, adım yoksa geri dönmeye başladım. Bu listeyi bir şirket düzenleyerek merkezdeki yığılmayı önlemeye çalışıyor ve su, gıda gibi şeyler veriyor. “Termin” ikinci öğrendiğim Almanca kelime.

Aslında kayıt işi çok da uzun değil. Verdikleri bilgiye göre iki günde bitmesi gereken bir şey. Ancak benim deneyimimde belki de o skandala denk geldiği için “termin” alıp kayıt merkezine gitmem 12 gün buldu.

“Almanca’da ‘Çizginin arkası’ ne demek çok iyi öğrendim”

“Termin” tamamlandıktan sonra gittiğiniz Bundesalle’deki kayıt merkezinde neler yapılıyor?

Bundesalle ilk kayıt ofisi kamptan sonra. İlk giriş kısmına giriyorsunuz. Yol ifadeniz alınıyor, sonra bekliyorsunuz.

Sıra sıra sandalyeler var. İlk geldiğinizde en ön sıradaki sandalyede oturuyorsunuz, bu sizin daha yeni kayıt olduğunuzu gösteriyor. Kayıtta ilerlediğinizde bir arkadaki sandalyede oturuyorsunuz, bu sizin birinci kata çıkabileceğinizi gösteriyor. Daha sonra geldiğinizde üçüncü sıradaki sandalyelerde oturuyorsunuz bu size kaydınızın son aşamasında olduğunuzu gösteriyor.  Mekansal diziliş herkes için de bir gösterge aynı zamanda. Nerede olduğunuza göre size davranışları değişiyor.

Benim ilk öğrendiğim şey şu oldu; bir çizgi var o çizginin arkasında beklemem gerektiğini söylediler. Almanca’da “Çizginin arkası” ne demek çok iyi öğrendim.

Tuvalete gitmeniz gerektiğinde bina içindeki tuvalete girmenize izin verilmiyor. Bahçede prefabrik tuvalet organize edilmiş oraya gitmeniz gerekiyor. Hangi aşamada olursanız olun iltica adayları olarak güvenlik görevlisi kontrolünde bahçedeki tuvalete gidiyorsunuz. Güvenlik görevlisi kontrolünde gidip geliyorsunuz.

“Mülteci adayını elindeki dosyadan ve su içtiği şişeden tanıyabilirim”

Bundesalle’deki ilk günde sigorta kaydınızı yapıyorlar, buraya nasıl geldiğinizi yeniden öğreniyorlar.

Sosyal sigortayla ilgili işlem tamamlandığından itibaren Kamp yardım ulaşım masraflarını içeren iltica sürecinin sosyal mevzularını yapan kurum olan LAF’de kayıtlı oluyorsunuz.

Her gün bir bilet ile bir kağıt veriyorlar. O kağıt pasaportunuzu elinizden aldıkları için bir kimlik belgesi niteliğinde. Aynı zamanda Berlin’den çıkamayacağınızı, iltica sürecinde olduğunuzu belgeleyen A4 kağıt veriyorlar. İlk kayıt tamamlanana dek pasaportu verip bir A4 ile dolaştım.

İlk başvuruda verdikleri standart yeşil karton dosyanın içi birden kağıtlarla doldu. Artık bir mülteci adayını elindeki dosyadan, su içtiği şişeden ve yüz ifadesinden tanıyabilirim. Aynı zamanda müzelerde yüzde 50 indirim sağlayan bir Berlin bileti, Berlin için AB hatlarında ulaşımda bedava binebileceğim bilet verildi, sosyal hizmet evrakları imzalandı.

“Son gün, mülteci adaylığından son çıkış”

Kaydımın yapıldığı üçüncü gün sadece sosyal çalışmacıyla görüşmek üzere beklettiler. Beklediğim odayı, oraya mülteci adaylığı statüsünden son çıkış olarak tanımlıyorum.

“Ülkenize geri dönün ülkeniz güzeldir”, “Ülkenizde yaşamak gibisi yok” diye afişler var. Biraz karikatürize edersem, tüm bu süreçte ilk orada gördüğüm Almanyalı memur bana “Nasıl geldin?” diye sordu, ikincisi ise 1900 Euro’ya kadar miktar parayı ülkeme dönme karşılığı olarak teklif etti, bir “standart prosedür olarak”; ve “İltica başvurun reddedilirse 18 ay Almanya’ya girme yasağı olacak” diye ekledi.

Psikolojik olarak duruma gülebilecek hale gelince bu benim için bir espri konusu oldu. O an nasıl hissettiğimi anlatamam. Ben de sinirlendim o esnada. “Ben gidebilecek olsam zaten, sürece başvurmazdım” dedim.

Burada herkesi eşitlediklerini söyledikleri sistem var ama sıfırda eşitliyorlar. Bu standartlaşma değil sıfırlayan bir sistem iltica sistemi. Kadın, akademisyen, politize olmanızın önemi, bilmem ne dillerini konuşmanızın önemi yok. Aynı zamanda sürekli Almanya’ya fırsat yakalamaya geldiğinizi düşünüyorlar, “banka soymuş, kaçmış ilticaya başvurmuş”; “Türkiye’de iş bulamamış, ilticaya başvurmuş” gibi devleti kandırmaya yönelik hikayelerin bir açıklama olarak anlatıldığını duyuyorsunuz sürekli. Potansiyel bir yalancı olduğunuza dair his taşımadıklarını ise “sizi kastetmiyoruz yanlış anlamayın” diyerek anlatmaya çalışıyorlar.

“İlk kez biri bana ‘Nasılsın’ diye son günde sordu”

Son gün ise “job center” ile görüşme, kaydımın tamamlanması ve en önemli olarak ifade tarihi verilen yere, üst katlara çıkarıldım. Bu süreçte ilk defa buradaki siyah bir memur bana “Nasılsın?” diye sordu, bunları yaşamak zorunda kaldığım için çok üzgün olduğunu ifade etti. Sistemin karşısında kendimi insan olarak hissettiğim tek yer orası idi.

Her kayıt sistemi çıkışında kendimi yeniden insan hissetmek için uzun yürüyüşler yapıp yazı yazıp, çalışmalarıma odaklanmaya çalışıyordum. Sistemin içinde bir memurun davranışı beni çok etkiledi.

Tezatlıklar ile yapılmak istenen üzerine uzunca düşünüyorum epeydir. Zaten iltica sürecine başvurmak zor bir karar, ailenize bir şey olsa -olumlu ya da olumsuz- yanlarına gidememeyi göze alıyorsunuz. Onlar sizi uzun süre göremeyeceklerinin farkında. İşinizden ve hayatınızdan vazgeçiyorsunuz, canınıza ve özgürlüğünüze yönelik saldırılardan kaçıp geliyorsunuz, benim durumumda başka yolları denemek yerine (oturum alabileceğim burs gibi yollar varken) Almanya’nın sürgündeki akademisyenleri desteklediğine dair sözleri dikkate alarak, Almanya’da olan tüm arkadaşlarıma her bürokratik sorun yaşadıklarında tavsiye edilen ilticaya başvuruyorsunuz ve sonuçta karşılaştığınız muamele bahsedilenle oldukça farklı çıkıyor.

Hatta sürekli değiştiği için herkesin deneyimi de kendine özel. Ben başvururken, iltica adaylarının kampta kalmadığı söyleniyordu. Oysa duyduğum herkesin ve benim deneyimim böyle değil. Doğru bilgilerin aktarılması bu süreçte çok önemli. Benim deneyimim ise hiç de kolay ve sorunsuz yürüyen bir süreç değil. Başvuranların bunu bilmesi önemli.

Ben yeniden başlasaydım bu bilgilerle, bir burs alıp, oturum hakkı kazanıp öyle başvurmayı tercih ederdim; zira süreçteki en yıpratıcı şey kamp.

“Kamp kalınacak gibi değildi”

Kaydınız tamamlandıktan sonra ifade için gün veriliyor ve kalmanız için bir kamp gösteriliyor. Kamp nasıldı?

Tempelhof geçici kamp yeri, kayıt işlemleri bitince kalıcı bir kampa gönderdiler ve buraya kayıt olmam gerekiyordu. Ama bu kamp benim beklediğim gibi değildi.

Kampta çalışanlar son derece düzgünler kanımca, benim deneyimim bu yönde. Ancak kamp koşulları tamamen değişken.

Bazı kamplar kalmanızı şart koşarken bazıları günlük imza şartı ile görmezden geliyor durumunuzu. Benim transfer edildiğim kamp, “kalmak zorunda” olduğum belirtilen bir yerdi.

Berlin’e hatta Almanya’ya geldiğimden beri, daha önce gelmiş sürgündeki sol-muhalif akademisyenlerin desteğini ve dayanışmasını hissediyorum. Beni hiç yalnız bırakmadılar. Arkadaşlarım dostlarım var. Bu minvalde kalacak yer sıkıntısı çekmedim. Ama kampta da kalabilirim diye düşünüyordum. Malum misafirliğin kısası makbuldür. Ancak kamp kalınabilecek gibi değildi.

Odaları görmek istedim. Kadınlar koğuşuna götürdüler beni. Yaklaşık 10-12 yatak dizili. Perdelerle ayrılmış. İki üç yatak blok halinde bazen, çocuklarıyla kadınlar yatıyor anladığım kadarıyla. Cam açılıp açılmadığı belli değil ve kapısı kilitlenmeyen bir oda. Yatakların yanında metal eski devlet dairelerindeki komodinlerden var, paslı, kitlenip kitlenmediği belli değil. Dediler ki “yatağın burası”.

“Kayıt olduğunuz andan itibaren sizi tutacağız, gitmenize izin vermeyeceğiz,” dediler. “Tutmak ne demek? Zaten tutuklanmaktan kaçarak gelmişim, siz beni yarı açık cezaevine koymak istiyorsunuz, bu nasıl iş” dedim. “Burası böyle” dediler. Ben “burada kalamam” dedim. Yüz ifademi nasılsa artık, gördükten sonra “Siz kayıt olmayın gidin, olursanız kalmak zorundasınız, yarın gelin konuşalım” dediler.

“Kamp değiştirme taleplerim reddedildi”

Ertesi gün gidince anlattım; “Akademisyenim, çalışma yapmam gerekiyor, akşamları da çalışıyorum, bilgisayarımı güvenliğe alamazsınız” diye. Fazla da bir şey anlatmaktan çekindim skandal nedeniyle.

Her gidişimde anlatmayı denedim, sadece kampa değil, LAF’a (sosyal hizmetleri ve kampı organize eden kurum) da: “Burada ayrıca kendimi güvende hissetmiyorum, Türkiyelilerin yanında Türkçe bile konuşmuyorum”, dedim Avukatım kampta kalmamın sağlığımla ilgili sorun yaratabileceğine dair raporumu vererek bir dilekçe yazdı ama görmezden gelindi. Kampa kayıt olmadan çıktım sürekli. LAF’ta da dilekçem gözardı edildiğini gördüm. Kamp değiştirme taleplerim de reddedildi.

“O kampta kalmak kimse için zorunlu olmamalı”

Kadın erkek karışık kamp. ( istismara uğramakla ilgili bulguların olduğu rapor taciz endişeni arttırıyor). En tedirgin eden şey şu oldu; odadan çıkıp koridordan tuvalete, duşa gidebilmekten en fazla endişe edebildiğimi farkettim. Perdelerin arasındasınız, klostorofobik, kapının açıldığını bilmek mümkün değil. Cezaevlerinde bile böyle bir ortam çok yoktur.

Elleri arkalarında, geldiğim coğrafyanın toplumsal eril kodlarını taşıyan erkekler ortada dolanıyorlardı. Burada bu koridordan geçerek gecenin yarısı tuvalete gitmem gerekirse bu adamlar nerede olacak acaba, diye düşündüm. Ortadoğu’dan gelen kadın olarak bu reflekse sahipsiniz çünkü olabilecekleri biliyorsunuz.

Bekleme odasının uzantısı kamp. Anladığım kadarıyla tüm kamplar böyle değil ama memurun inisiyatifi altındasınız. Yardım etmek istiyorsa işler iyi gidiyor, istemiyorsa çok da kötü gidiyor. Hiç de standart uygulama yok. Dediklerimin üstten, ayrımcılık isteyen bir bakış olduğunu düşünmeyin lütfen. O kampta kalmak hiç kimsenin bir insan olarak yaşamak zorunda olduğu bir şey olmamalı. Ben nasıl bunları yaşarım anlamında demiyorum bunları, bunlar her kim olursan ol, insani değil. Bekleme süresince çalışamamak, bulunduğun eyaletten ayrılamamak, kötü koşullardaki kamplarda kalmak zorunda olmak, insani gelişimin neresinde?

Siz orada orta yaşta bir kadın değilsiniz, akademisyen değilsiniz, politik değilsiniz, göçmensiniz. Göçmenler içinde de en alt seviyedeki mülteci adayısınız. Kabul edecekler ya da etmeyecekler. Bekleme sürecinde olan bu.

Kampa hala kayıt yapmamış durumdayım. Kayıt yaptırmadığım için başvurum reddedilebilir ama orada kalamam. Kulaktan dolma öğrendiğime göre Berlin parlamentosunun kapatılmasına karar verdiği kamplardanmış. Berlin’de çok daha modern koşullarda, en azından camının açılabildiği, odada tuvalet ve duşunun olabildiği kamplar var. Camının açılması, odada tuvalet olması, kapısının kilitlenmesi, eşyalarımı koyabileceğim güvenli ortamdan bahsediyorum. Çok basit.

“İfade süreci en önemli görüşme”

1 Kasım’da kayıt sürecinin son adımı olan ifade vermeye gittiniz. O gün nasıl geçti?

Neden oraya geldiğinizi anlattığınız, belgelerinizi resmi olarak teslim ettiğiniz bir süreç bu. Çevirmenler mahkeme diyorlar ama değil. Neden sığınmak istediğini ifade etme fırsatı bu. En önemli aşama bu görüşme. Bence tek girilmemesi lazım. Avukat veya Almanca ve Türkçe bilen biri ile girilmeli. Ben de buna dayanarak yanımda güvendiğim kişiyi görüşmede istedim.

İltica yasasının 17. Maddesine göre güvenli kişi hakkım var, bir arkadaşımı götürmüştüm yanımda. İyi bir çevirmen gelmişti ifademe. Akademik süreçleri doğru düzgün aktarmak zor olabiliyor. Çevirmenin Türkçe ve Türkiye bilgisi yetersiz, doğru aktarabilmeniz için yanınızda bir kişi olması iyi. Yanımda bir Almanyalı arkadaşım da vardı. Çevirmene yardımcı oldu.

Bence bu süreçte avukat çok önemli. Avukatınızın olması önemli her şeyi değiştiriyor. Benim şansıma ifademi alan memur çok düzgün davrandı. Şöyle şeyler de olabiliyor; Türkiye’deki süreci bilmeyip, risk altında olup olmadığınıza dair yorum yapamayacakken yorum yapan memurlar, derdinizi anlattığınız halde onu yorumlayıp yazan memurlarla karşılaşılabiliyormuş. Benim deneyimimde bu süreç çok ciddi şekilde yürüdü.

İfadeden sonra 14 gün içinde belgelerini teslim etmen gerekiyor. Dediklerinin doğruluğunu kanıtlayacak belgeler olmalı.

“Tercümanlar belirli kodlarla yaklaşıyor”

Tüm bunlarla birlikte deneyimlerinize göre iltica sürecinin sorunlarını nasıl sıralarsınız?

İltica sürecinde en ciddi sıkıntı bilgi yetersizliği. Bu sürecin nasıl işlediğine dair doğru düzgün bilgiyi kendi iltica sürecimde deneyimlediğimle aldım.

İkinci olarak, haklarımızı öğrenebileceğimiz metinlere ihtiyacımız var, zira yasayı kendi başımıza çevirmek istediğimizde veya avukatla konuştuğunuzda bambaşka sonuçlara ulaşıyorsunuz.

Bir başka sorun; tercümanların Türkçeleri yetersiz. Türkçeleri yetersiz olduğu için kendinizi ifade etmenizin önünde engel. Ayrıca, tercümanlar belli kodlarla size yaklaşıyor. İlk yol ifadesinden sonuna kadar kendimi dinsiz olarak yazdırmakta zorlandım. Önce tercüman dinsiz olduğuma inanmadı. Müslüman yazmayın dediğimde “Hayır kültürel bir şey bu, yazalım” diyor. “Kültürel olarak de değilim yazmayın” dedim, en sonunda İngilizce söyleyerek yazdırabildim.

Mesleğimi yazdırırken bir türlü kavramı bulamadılar. Ayrıca eminim eski eşim başvursa karşılaşmazdı ama her yerde boşanmış olmam gibi özel bilgilerin yazması da garip geliyor bana.

Bütün o bürokrasi sürecinde üç şey her seferinde tekrar etti benim açımdan. İlki doktor unvanımı kullanmak isterken engellenmem, ikincisi de kendimi ateist yazdırmak isterken engellenmem. Üçüncüsü yeşil pasaport. Onun ne olduğunu, neden vize almam gerektiğini, nasıl olup da üç ay daha kalabilme hakkım olduğunu bilmediklerinden, anlamadıklarından pasaportumun nerede olduğunu sekiz defa sordular. Ki ben onlara en başında teslim etmiştim. Ben çok temkinli olduğum için fotoğrafla da gösteriyordum. En sonunda “Kayıp mı ettiniz?” diye sordum.

“İltica kabulünden sonra Türkiye’ye uzun süre dönemem”

İltica süreci tamamlandıktan sonra sizi neler bekliyor?

Başvurma nedenim bu neoliberal sistemde geri dönmek zorunda kalmamak, en azından üç sene oturma izni için Almanya bürokrasisiyle uğraşmamaktı. İlticanın kabulünden sonra Türkiye’ye uzun süre dönemem. Zaten gidemeyeceğim için benim açımdan bir şey değişmiyor, ama iltica sürecine başvuranların bir kaç sene boyunca Türkiye’yi akıllarından geçirmemesi gerekiyor.

İltica sürecinde, mülteci üç yıl için koruma altına alıyor. Ondan sonra eğer Almancayı öğrenebilir, Almanya’ya entegre olabilirse, sürekli oturum veriyorlar. Eğer iki sene üst üste kontratlı iş yapabilirsek de vatandaşlık almaya, Almanyalı bürokratının kefilliğiyle, vatandaşlığa geçebiliyor.

Bizlerin durumundakilerin Türkiye’de açılan dava durumunda duruşmalara gidip ifade vermeyenler için vatandaşlıktan çıkarma işlemi de gündeme gelecek gibi görünüyor. Haymatlos durumuna geleceğiz gibi yakında belli ki.

“Beni en çok ‘sadece mülteci’ olarak tanımlanmak rahatsız etti”

Bu deneyimlerinizden sonra başka bir süreç deneseydim diye düşündüğünüz oldu mu?

İltica sürecine başlamasaydım dediğim çok oldu. Belki başkaları daha doğallaştırmıştır ama ben aşağılandığımı hissettim sıkça. Özellikle bir şeyler talep ettiğimde, itiraz ettiğimde, açıklama beklediğimde ve unvanımı kullanmak istediğimde.

Bizlerin akademide ilişki ağımız var bizler oturum alabiliyoruz nispeten, bu işe yeniden sıfırdan Almanya’ya ilk geldiğimde başvuracak olsaydım burs, oturum almayı biraz daha zorlardım.

Şimdi vazgeçme şansım yok, bu kadar şey geçirdikten sonra yeniden aynı şeyleri yaşamak istemiyorum. Bir burs olursa bu süreçten çok daha hızlı şekilde çıkabileceğim. Bizim gibi ayrıcalıkları olmayan insanları düşündüğümde gerçekten çok zor bir süreç.

Bana devletin verdiği miktar yüz Euro’nun biraz üstü aylık. Bunun yarısını kamp alıyor sizin ihtiyaçlarınızı karşılamak üzere. Yemeklerinizi kampta yiyeceğiniz varsayılıyor, ulaşım ücretsiz. Mesleğiniz var ama bekleme süresince çalışmak yasak, bulunduğunuz eyaletten ayrılmak yasak, bir de üstüne isteğin dışında kamplarda kalmak zorunluluğu insani gelişimin neresinde?

Almanya’nın şu anda risk altında olan akademisyenler, Suriyeliler, Türkiyeliler gibi grupları bir destekleme politikası var. Sürgün edilen insanlara yönelik dışişleri bakanının söylemi vardı, hatta Berlin parlamentosundan bizler için burs olanağı kararı çıkacağını öğrendik, her bürokratik sorunda, pasaportları iptal edilen barış imzacısı arkadaşlarıma ilticaya başvurun tavsiyesi geliyor. Ne yazık ki üst ölçekteki söylemle alt ölçekteki yansıması bir değil.

Tüm bu süreçte beni en rahatsız eden şeyi düşündüm ve “sadece mülteci olarak tanımlanmak” olduğuna karar verdim. İltica sadece devletle kurduğun bir ilişki biçimiyken kimlik tanımlamasına dönüşmesi bence bir tür biopolitika. Yani ister bursla oturum almış olalım ister iltica sürecinde olalım, aynı politik dışlanmanın farklı biçimlerdeki aynı içerikteki yansıması bu. Dolayısıyla bu dönemde dayanışma ve birlikte mücadeleden birbirini gören ve kollayan tutum almaktan başka bir çıkar yol göremiyorum. (BK)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/192431-ilticaya-basvuru-insani...