Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde akademisyen Aslı Odman, intihalleri değerlendirdi: Tez ve makale yazma sektörü yüz milyonlarca liralık bir endüstri haline geldi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 2 Ocak 2005’de AKP’den milletvekili aday adayı olmuş Prof. Dr. Melih Bulu’yu Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak ataması Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin tepkisini çekti. Üniversitelerine ‘kayyum rektör’ istemediklerini belirten öğrencilerin protesto eylemlerine Türkiye ve bölge kentlerinden de destek geldi. Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlardan dolayı akademinin halini mercek altına aldık. Bu atama neden bu kadar tepkiye neden oldu? Dünyada böyle rektör atama örnekleri var mı? Akademinin şu anda içinde bulunduğu durum ne? Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile akademisyenlerin görevlerine son verilmesi üniversiteleri nasıl etkiledi? Üniversitelerde artan intihaller, liyakat sistemlerinin yıkılması, artan taciz ile kadın akademisyenlerin yaşadığı zorluklar, üniversitelerin neden özgür ve özerk olması gerektiğine dair birçok sorunun cevabını aradık. 4 bölümlük dosyamızın üçüncü bölümünde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde akademisyen Aslı Odman, intihalleri ve dünyadaki örnekleri anlattı.
Özellikle Barış Akademisyenleri’nin ve KHK ile akademisyenlerin ihracından sonra sık sık intihal konusu gündeme geliyor. Boğaziçi’ne atanan rektör için bile bu iddialar var. Eskiden de Kemalist kadrolaşma çerçevesinde intihal konusu zaman zaman gündeme geliyordu. Şu anda üniversiteler ne durumda?
Üniversitelerde ‘Kemalist-AKP kadrolaşma’ gibi bir dönemlendirmeyi epey genellemeci buluyor, bu yüzden yanıltıcı olma riski taşıdığını düşünüyorum. Türkiye’den bahsediyorsak, kapitalist ulus devletin asker, siyaset adamı, tıpçı, hukukçu teknokratlarını şekillendiren elitlerin kurumu olarak üniversite, evet Osmanlı’nın son döneminde şekillendi ve Kemalist devrim ile kurumsallaştı. Üniversite kadroları, içerikleri, ulus-devletin angaje olduğu kapitalist proje ve onun coğrafyası ile uyumlu ilerledi. Uyum sağlanması için üst üste tasfiyeler yapıldı, 1933 Darülfünun, 1948 DTFC, 1960’da 147’likler, 1983’de 1402’likler, 2016’dan sonra Barış Akademisyenleri ile ibretlik düzenlemeler yapıldı üniversitelerde. Ama bugün intihalin, yani akademik hırsızlığın, sahtekârlığın, yağmanın bir istisna değil kural haline gelmesini analiz ederken siyasi ideolojiler tarihi tartışmaktan çok, ilk önce üniversite alanının iç dinamiklerine bakmak daha doğru geliyor. Kapitalizmin ve ulus-devletin nüfuz oranının düşük olduğu dönemlerde kurulan üniversitenin rolü ve ‘elitliği’ ile neo-popülist kapitalizminin demos’a ve doğaya tamamen nüfuz ettiği bu içinden geçtiğimiz dönemlerdeki yönetici elitlerinin davranış ve beklenti kalıpları tabii ki aynı değil.
İlk etmen, 2002 sonrası üniversite sayısının 66’dan 203’e, akademisyen sayısının 66 binden 180 binlere, öğrenci sayısının ise 1 milyon 223’ten 8 milyon sınırına yükselmesi. Hangi sektör yirmi yılda -sadece akademik- çalışan sayısını üçe katlamıştır Türkiye’de? Bu işkolunda çalışan sayısına bir de her biri en az bu kadar teknik, idari kadrolar ekleniyor. Yeni üniversitelerin kondurulduğu mahallerdeki körüklenen sektörler geliyor, inşaat, kira, perakende, küçük ticaret vs. gibi. Üniversitelerde hem bir ‘sektörleşme’ hem de ‘sektörel patlama’ yaşıyoruz. Pür piyasa kurallarına göre bu kâğıt üstünde doktoralı eleman ihtiyacını artırdı. Talep artıp da arz bunu karşılayamayınca, sadece İstanbul’da sayıları 100’ü aştığı söylenen, Ankara’da YÖK binasının etrafında bile onlarcasının açık adres verdiği parayla tez ve makale yazma şirketleri zuhur etti (@academikahlak adresi bunların kaydını tutup, kamusallaştırıyor). Buna ek ücret, teşvik vs. almak için makale yazdırmayı, feyk uluslararası konferans düzenleme endüstrisini de katınca (WASET diye mesela, Trakya’da kurulmuş bir feyk konferans düzenleme şirketi dünya çapında büyümüş), tez ve makale yazma sektörü birkaç yüz milyonlarca liralık bir endüstri haline geldi. Bir başka herkesin bilip, kabullenir haline geldiği akademik sahtekârlık da akademideki titrini kullanıp, doktora öğrencisinin, araştırma görevlisinin, projene bağlı araştırmacının makalesinin üstüne, hiçbir bilimsel katkı koymadığı halde sıfır katkı ile ismini yazdırmak. Bu şekilde bir nevi ‘dükkân kirası’ alıyor titrini istismar edenler.
Tezlerin kabulü, akademisyenlerin doktor, doçent ve profesörlük aşamalarında bu dönemde çok ciddi iddialar var. Örneğin Berat Albayrak’ın tezini bir hocanın bizzat kendisinin hazırladığı iddiaları var. Bunun gibi çok sayıda iddia mevcut. Akademik liyakat konusunda nasıl bir durumda üniversiteler? Basına yansıyan rektör örnekleri fazlasıyla var? Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Doğrudan akademik ürünler üzerinden yapılan, kadim ahlak ekonomisi ile değerlendirdiğimizde ‘ahlaksızlık’ diyeceğimiz, günümüzün yeni muhafazakâr liberal sistemi pragmatizminde ise ‘gayet makul bir kariyer stratejisine’ dönüşen pratikler bunlar. Bir de bu bağlamda genç nesiller üzerinde çoğunlukla faydadan çok zarar ve hayal kırıklığı yarattığına inandığım, ders verme süreci var ki, artık akademik kadroda akademik işletmecilik bürokrasisinden ve bireysel kariyer koşturmacasından ona zaten pek vakit kalmıyor. Bugün üniversite hocalarına asli iş tanımlarından biri, bitirme tezinden doktora tezine kadar tez danışmanlığı yapmak. Türkiye’de bu tez türlerinden hiçbirinin yüzde onunun bile, bilimin bir zanaat olarak ilerlemesi için gerektirdiği gibi okunup, eleştiri aldığını sanmıyorum. Bu hem içerik üzerinde emek verilmeden, sayı olarak yirmi yılda yedi misli artmış öğrenci sayılarından, hem de mezunlardan vasıfsız ve daha kullan-atılabilir bir emek türü bekleyen iş piyasalarından ileri geliyor. Esasında kocaman bir ‘-mış gibi yapma’ momenti yaşıyoruz bu yapısal uyumsuzluklardan dolayı üniversitelerde. Üniversitenin ve ‘hocanın’ halesi epey bir zamandır döküldü. Ben bunu bir verimli hayal kırıklığı, bir uyanma anı olarak görüyorum. Bilimsel üretimin nedeni, niyesini, yerini gerçekten tartışmak zorunda olduğumuz bir kriz anı.
Kapitalizmin araçsalcı aklın, pragmatik, içeriğin değil satışın, bireysel rekabetin, girişimci saldırganlığın yüceltildiği piyasa değerlerinin kutsallığı sorgulanmadığı sürece, bu paket ile beraber gelen muhafazakâr, ırkçı, faşist, cinsiyetçi ve türcülüğü de reddedemiyoruz son kertede. Bir noktada gelip, arka veya ön kapıdan dolaşıp hanemize dadanıyor. Tanrısı kariyerist pragmatizm ve bireyci rekabet olan kapitalizmin bu krizli döneminin üniversitesinin arazları değil, yapıcı unsurları bunlar. Bir yandan da -uluslararası iş bölümü içerisinde diyelim- Türkiye kapitalizmi üniversitelerine gittikçe daha az bir şekilde “çok paydaşlı” ve nispeten doğrudan devlet manipülasyonundan özerk bir formatta oluşabilen AR-GE yapmak için ihtiyaç duyuyor. Türkiye ekonomisinin kompozisyonuna, ihraç ürünlerine bakın, göreceksiniz. Türkiye yabancı sermayeye çağrı yaptığı Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) gibi platformlarda ‘Buyurun gelin, hastalanmayan, iş cinayeti kaydı yapılmayan, OECD ortalamasında ve İş Kanunu’nun hilafına haftada en fazla çalışan çalışanlar, işçiler bizde, doğa serbest yağma alanı, ÇED’e, çevre mevzuatına falan takılmayın, verginizi de düşünmeyin!’ diye açık açık reklam yapıyor. Vasıfsızlaşan, parçalanan ve emek süreçleri basitleştirilen işkolları için şekillendirilebilir eleman, geniş bir eğitimsiz ve biat eden işçi havuzu, inşaat sektörünü tetikleyen taşra yerleşkeleri ve seçim/nepotik politikaların parçası olarak üniversiteler, işte bunlar Türkiye kapitalizmini tamamlıyorlar.
Bu krizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Krizine cevap olarak doğayı daha fazla çitleyip, yağmalayan, insan emeği ve diğer türler üzerindeki sömürü oranlarını artıran kapitalizmler, ereğini, ethosunu ekolojik ve sosyal eşitlik ilkelerine koyan bilimsel faaliyetlerle gittikçe daha fazla çatışıyorlar. Bu tip, ekonomik ve siyasi iktidar odakları ile ilişkisini sorgulamadan yapılan bilimsel faaliyet, sırf kapitalizmin araçsal aklına koşulduğu zaman, 20. yüzyılın teknolojik Dünya Savaşları’nı, gaz odalarını, soykırımlarını, ileri askeri teknolojisini, patentli ilaç endüstrisini, biyoçeşitliliği ortadan kaldıran yağmayı hızlandıranını yeterince yaşamadık mı? Tüm bu büyük yıkımlar, araçsal, ‘intihalsiz, kaliteli’ ama kendi içinde erek ve ahlakını sorgulamayan teknikleştirilmiş bilim olmasaydı mümkün olur muydu? Üniversitede intihalin, en kadim üniversitelerinden birine açık intihali saklanamayan bir rektörü atayacak kadar normalleşmesinin arkasında dünyada ve Türkiye’de üniversitelerin yaşadığı bu uzun erimli bağlam ve dönüşümü var. Tüm toplumsal kurumlar ‘işletmecilik hastalığına yakalandı.’ İşletmecilik ideolojisi krize girdikçe daha da saldırgan bir hal alıyor. Bu yüzden bu ideoloji içerisinde dışlanan bütünsel, tarihsel belleği içeren sosyal bilim bölümleri de epeydir tüm dünyada üniversitelerden kaynak, itibar, özerklik ve doğa alanı olarak dışlanmakta veya kendi içinde ve dinamikleriyle dönüşmek yerine tepeden başka öncelik ve dilleri adapte etmeye zorlanmakta. Bu yüzden ben işletmecilik ideolojisinin intihalsiz olanını ve sayısal ‘üniversite kalitesi’ amaçlayanını sorgulanmadan, ‘kalitesiz intihalli geri kalmış’ formunun da sorgulanamayacağını düşünenlerdenim.
Bütünsel eğitimi tartışmak
Biat eden akademilerin sonu nasıl olur?
Yani bugün tabii ki dolaysız siyasi nüfuz ve iktidar yandaşlığına sık sık eşlik eden seviyesizlik ve negatif seleksiyon karşısında liyakati, meritokrasiyi, yetenek, çaba, başarıyı savunmak hâlâ manalı ama yeterli değil. Ama bu eleştiride yetenek ve başarı gibi kavramların da toplumda eşitsizlikler yarattığını, eşitsizliklerin yeniden üretiminde rol oynadığını hatta doğallaştırıldığını unutmayalım. Baskın etnisite, baskın cinsiyet, baskın tür, baskın yaşın hep destekçisi olmuş liyakat ve meritokrasi ile ilgili kavram ve pratikler evreni. Bugün hâlâ ‘en nitelikli’ diye tanımlanan kültür, sanat ve bilim dünyasında taciz ve şiddetin en adi türlerini görünce hâlâ şaşırıyoruz. Ursula LeGuin’in 1980’lerin başında bir üniversite mezuniyet konuşmasında dediği gibi, ‘sizin başarınız, başkalarının başarısızlığı’ üzerine kurulu. Eleştirel Okul’un kurucularından Max Horkheimer ise sürgüne mecbur edildiği ABD’den 1950’lerde memleketi gaz odalarını, büyük yıkımı görmüş ve göstermiş Nazizm sonrası Almanya’ya döndüğünde Frankfurt Üniversitesi rektörü oluyor. 1953 senesinde üniversite açılış konuşmasında otoriter kişiliklere biat eden karakterleri tanımlarken, bilim ve teknolojiye, sayısallaştırılmış başarılara kayıtsız şartsız inanç ve kapitalizmin verimlilik ilkeleri için araçsallaştırılan üniversite eğitimine karşı temelli bir eleştiri formüle ediyor.
‘Eğitim’ ile ‘Formasyon/Öğrenim’i birbirinden ayırıp, ezcümle Nazizm sonrası Almanya’da “Bizim özgür, eleştirel, bilimin toplumsal bağlamını ve kullanımını da dert eden, ahlak ve duyguları da kapsayan kişisel bütünsel gelişimi içeren eğitime ihtiyacımız var” diyor. Bugün Harvard, Stanford, Columbia, MIT gibi en nitelikli, kaliteli, başarılı/liyakatli bir personel üzerine kurulu üniversitelerin kurdukları şirketlerle küresel gayrimenkul, biyoçeşitlilik, ilaç endüstrisi, askeri endüstriler gibi alanlarla yüzde yüz kâr amaçlı yatırımlar yaptıklarını da görüyoruz. Nazizmi yaşayan bir entelektüel neslinin uyarısını bugünlerde daha da fazla ciddiye almalı, siyasi nüfuz ile akademik kariyerizme karşı sırf liyakat ve teknik başarıyı koymamalıyız diye düşünüyorum. Yerkürenin, toplumun, doğanın gittiği yere dair bilgi ve bilim üretimine dair ‘teknik ilerleme, başarı listeleri’ dışında sorgulamalar yapmanın vakti geldi geçiyor bile.
Yarın: Barış Akademisyeni Lütfiye Bozdağ ve ÜNİVDER Yönetim Kurulu Üyesi Tahsin Yeşildere.
Dosyanın birinci bölümü: http://yeniyasamgazetesi2.com/batida-ornegi-yok-ciddiye-alinmaz/
Dosyanın ikinci bölümü: https://yeniyasamgazetesi2.com/tum-atananlar-kayyum-universite-ozerk-olm...
Kaynak: http://www.yeniyasamgazetesi2.com/intihal-endustrisi-olustu/