Tezcan Durna[1]
Alkolik, kumarbaz ya da ailesine bir faydası kalmamış bir baba ya da genel olarak bir erkek önce günlük yaşamını sürdüremez hale gelir. Bu nedenle çalıştığı işini kaybedebilir. Buna paralel olarak toplumdaki itibarını ve aile üyelerinin gözündeki saygınlığını yitirir. Bu aynı zamanda erkekliğin/erkin/iktidarın kaybını beraberinde getirir. Zira erkeklik Türkiye’de imkânsız bir iktidara işaret eder.[2] İktidarın olmadığı yerde şiddet devreye girer. Bu anlamda son yıllarda siyasal iktidarın, iktidarını kaybettikçe şiddeti, baskıyı, zulmü arttırmasıyla kadın cinayetlerinin artışı arasında ciddi bir ilişki vardır. Gücünü kaybeden erkek, erkekliğini ispatlamak için kadına şiddet uygulamaya yönelir, erkini/muktedirliğini yitiren (siyasal) iktidar da yine aslında tükenmiş olan gücünü göstermek için halkın karşısına her geçen gün artan şiddet ve baskıyla dikilir. Ancak şiddet, zannedildiği gibi güçten ve erkten gelmez. Kuşkusuz bire bir kavgada güçlü olmak, şiddet yoluyla hasmınızı yenmenizi sağlayabilir. Buna karşılık belli bir mübadele ilişkisi üzerine kurulu olan, karşılıklı rızaya dayalı olarak devam eden bir ilişkiye dayanan aile, toplum ve nihayet devlet gibi organizmalarda, iktidar denilen şey ile şiddet arasında mutlak bir mütekabiliyet ilişkisi yoktur. İktidar tabi olunan, şiddet ise tabiiyet ilişkisinin koptuğu yerde hasma ya da muhataba onu geçici bir süreliğine sindirmek için uygulanan bir şeydir.
Şiddet ile iktidar arasındaki ayrımı daha net şekilde anlayabilmek için çağdaş felsefeci Byung Chul Han’dan şu alıntıya kulak vermenizi isteyeceğim:
“Şiddet, kurbanının elinden her türlü eylem imkânını alır. Kurbanın eylemlilik alanı sıfıra indirgenir. Şiddet, mekânı tahrip edicidir. Bu yönüyle de eyleme hala alan bırakan iktidardan ayrılır. İktidar, eylemi ve özgürlüğü ilkesel olarak dışlamaz. İktidar ötekinin özgürlüğünü kullanırken, şiddet o özgürlüğü yok eder. İktidara boyun eğen kişi, hala özgürlüğünü hükümdarın üzerine kurma şansına sahiptir… Yani Öteki’nin özgürlüğüne giden yolda şiddet ve tecavüz değil, yönetim ve baştan çıkartma vardır…”[3]
İster tüzel olsun isterse de özel kişilik, muktedir olmaktan uzaklaştığı zaman bir varlık saf şiddet haline gelir. Şiddetin kuşkusuz kurucu bir işlevi de vardır. Şiddet kurucu işlevini ancak muktedir bir varlığın elindeyken yerine getirir. Ayrıca şiddetin aynı zamanda hukuku koruyan işleviyle de toplumların, devletlerin ve iktidarların yaşamında önemli bir yeri vardır.[4] Yine aynı zamanda şiddet hukuku tehdit eden bir yanıyla da öne çıkar. Bu yönüyle tehditkâr olduğu anlarda şiddet, hukuku korumak yerine bizzat hukukun kendisi haline gelir. Ancak burada şiddet olarak tezahür eden hukukun evrensel normlara uygun, adilane ve herkese eşit şekilde uygulandığını düşünmemek gerekir. Şiddetin mutlak bir güç haline geldiği yerde keyfilik hüküm sürer. Keyfilik ise özgürlüğün, eylemliliğin, siyasetin ve birlikte yaşamanın en büyük düşmanıdır.
AKP’NİN YIKICI BİR GÜCE DÖNÜŞMESİ…
AKP hem bir siyasal parti olarak, hem de bir toplumsal organizma olarak uzunca zamandır, tam da muktedir pozisyonunu kaybettiği için saf bir şiddet aygıtına, dolayısıyla yapıcı değil yıkıcı bir güce dönüşmüştür.
Salda Gölü, Karadeniz Yaylaları, Galata Kulesi ve daha pek çok doğal ve tarihi yerlere yapılan müdahaleler, İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmek istenmesine dair yürütülen tartışmalar, neredeyse her gün ölümle sonuçlanan kadına yönelik şiddetin dozunun giderek artması, Tele-1 Kanalı’na 5 günlük kapatma cezası verilmesi, Fox TV Ana Haber Bülteni’nin sunucusu Fatih Portakal’ın bir şekilde kanaldan uzaklaştırılması, gazetecilerin hapse atılması, siyasetçi ve STK liderlerinin hapislerde tutulması, belediyelere kayyım atanması siyasal iktidarın muktedir olmadığının somut göstergeleri olarak okunmalıdır. Doğal yaşam, tarihi eserler, toplumsal ve siyasal yaşam ve kültürel ve sanatsal etkinliklere dair müdahil olamadığı her şeye karşı yıkıcı gücünü göstermekten başka elinden bir şey gelmeyen iktidarın varlığı meşru olmayan mutlak bir şiddete dayanmaktadır artık. İktidarın bu gayrı meşru şiddet ile özdeş hale gelen varlığını sürdürmesinin tek yolu, bu şiddetin yaydığı korkuyu toplumun iliklerine kadar işletmeye çalışmasıdır. Ancak yine Chul Han’a kulak verecek olursak, “şiddete başvurmak, güçsüzlüğü çaresizce güce dönüştürme çabasıdır. Gerçekten güçlü bir hükümdar iktidarını sürekli bir şiddet tehdidine borçlu olmaz.”[5]
Ayasofya Müzesi’nin cami olarak açılışında Diyanet İşleri Başkanı’nın kılıçla hutbe okuması, tecavüzcü bir uzman çavuşun bizatihi iktidar tarafından kollanması, bu tecavüzcünün kollanmasına hiç değilse yol veren bir İçişleri Bakanının Twitter üzerinden kendisini eleştiren muhalif bir milletvekilini tehdit etmesi, bu tehdit üzerine bu milletvekilinin üç beş kişi tarafından darp edilmesi, 12 yaşında bir kız çocuğuna cinsel saldırıda bulunan bir tarikat şeyhinin tutuklandığına dair haberlerin yasaklanması… Sakarya’da Kürt mevsimlik işçi ailesine yöre halkı tarafından saldırılması, her türlü muhalif sokak gösterisinde polisin acımasızca eylemcilere şiddet uygulaması, kadınlara yönelik şiddetin dozunun yükselmesi bahane edilerek idam cezasının geri getirilmesine dair tartışmaların yeniden gündeme getirilmesi, somut ve karşı çıkılması imkânsız bilimsel verilerle varlığı kesinleşmiş ve buna karşı ne şekilde önlem alınacağı da netleşmiş olan bir salgın ile ilgili olarak alınması gereken önlemlerin dahi iktidarın çıkarlarına göre eğilip bükülmesi… Bütün bunlar, iktidarın keyfiliği ve bu keyfiliğin çoğu zaman şiddete dönüşmesinin simgeleri olarak değerlendirilmelidir. Artık iktidarın varlığını sadece salt şiddet mümkün kılmaktadır. İktidar artık topluma şiddetten başka bir şey vaat edemez hale gelmiştir. Devletin başına çöreklenmiş küçük bir azınlık, artık iktidar değil yıkıcı bir şiddet aygıtıdır. Salt şiddete dayalı yönetim aygıtları mutlak bir güce yaslanıyor gibi görünseler de, toplumla gönüllü bir tabiiyet ilişkisi içinde olmadıkları için çok kırılgandırlar.
SEÇKİNLERİN GETİRECEĞİ İKTİDAR!
Niccolo Machiavelli, sivil hükümdarlığı yıllar öncesinden gelen sesiyle şöyle tanımlıyor: “Bir yurttaş cinayet işleyerek ya da başka bir şiddet yoluna giderek değil de, yurttaşların yardımı ile hükümdarlığa gelirse, bu hükümdarlığa sivil hükümdarlık denir.”[6] Hükümdar olmak için çok değerli ya da çok şanslı bir insan olmaya gerek olmadığını, kurnaz olmanın yeterli olduğunu hatırlatır ardından Machiavelli. Böylesi bir sivil hükümdarlığa ya halkın ya da seçkinlerle zenginlerin getireceğini, her ikisinin de kuşkusuz türlü çeşit sıkıntılar yaratabileceği uyarısında bulunur. Seçkinlerin ve zenginlerin hükümdar yaptığı kişinin her zaman onları kollaması ve onlara sürekli kuşkuyla yaklaşması gerekir. Zira seçkinler ve zenginler hilekâr ve çıkarcıdırlar. Onların sadece gözlerini doyurmak ve sırtlarını sıvazlamak yeter. Zenginler aynı zamanda sadece zulmetmek isterler. Günümüze uyarlamak gerekirse zenginler, hiçbir ekonomik krizde lükslerinden vazgeçmek istemezler, krizin ceremesini her koşulda yoksul halk kesimlerine ödetirler. Pandemi nedeniyle alınan karantina kararı sırasında dahi, zenginin fabrikasında yoksul halkın çalıştırılabilmesi için özel izinler çıkartılabilir. Sıradan halkın virüse yakalanmış ya da yakalanacak olması zenginlerin umurunda olmaz; onların tek derdi, hiçbir olağanüstülük yokmuş gibi yaşamlarının aynı konfor içinde sürmesidir. Bu isteklerini yerine getiren her iktidara/hükümdara her koşulda destek vermekten geri durmazlar. Bu nedenle de iktidar/hükümdar açısından güvenilmezlerdir ve her zaman koruyup kollanmaları ve doyurulmaları gerekir. Halkın isteği ise yine Machiavelli’ye göre sadece ezilmemektir. Bu nedenle halkın ezilmemesini sağlamak hükümdar açısından hayati önemdedir. Zira “halkın düşman kesilmesi hükümdarın güvenliğini bozar; çünkü halk çoğunluktur.”[7] Halkın düşmanlığını ya şiddetle ya da ikna ile ortadan kaldırabilirsiniz. İktidarın halka vaat edeceği bir şey kalmadıysa, ancak ölüm, zulüm, kan ve şiddet verebilir. Bu ise halkın düşmanlığını daha da arttırır.
İktidar, tıpkı alkol bağımlısı bir aile babası gibi yolsuzluğa, mutlak güce, keyfiliğe ve hukuksuzluğa bağımlı hale gelmiştir. Bu bağımlılık keyif verir. Kuşkusuz kim bu keyiften vazgeçmek ister? Tıpkı bahsi geçen aile babası gibi, bu bağımlılıklar iktidarın hem aile içinde (bunu ülke içi olarak okuyun) hem de aile dışında (bunu uluslararası kamuoyu olarak okuyun) itibarını, saygınlığını ve nihayet erkini ortadan kaldırmaya başlamıştır. Erkini/erkekliğini kaybeden iktidar, beyhude bir çabayla her geçen gün dozu artan bir şiddete başvurarak erkini geri kazanmaya çalışmaktadır. Bu yükselen şiddet dozu, kuşkusuz bir korku dalgasına da yol açmaktadır. Ancak hiçbir iktidar (hükümdar) salt korku ile varlığını sürdüremez. Mutlak güç, mutlak şekilde kırılgandır ve mutlaka bir gün güçsüzlüğe mahkûm olur. Bu dönemde iktidarın şiddet şeklinde tezahür eden gücüne muhatap olan hiç kimse umutsuzluğa kapılıp, kabuğuna çekilmemeli. Ancak iktidarın şiddetine şiddetle karşılık vermek de çare değildir. Şiddetin başa çıkamadığı tek şey şiddetsiz sonsuz taleptir. Israrla siyaset, hukuk, adalet ve hak taleplerimizin peşinde olduğumuz zaman, şiddetin yok ederek düzlediği ve yerinde boşluk bıraktığı mekânda mutlaka kendimize yer açabiliriz.
[1] um:ag Genel Yayın Yönetmeni,halagazeteciyiz.net Hak İhlalleri Raporları Editörü.
[2] Serpil Sancar (2009), Erkeklik: İmkânsız İktidar, Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler, İstanbul: Metis.
[3] Byung Chul Han (2016). Şiddetin Topolojisi, Çev., Dilek Zaptçıoğlu, İstanbul: Metis, s. 72.
[4] Walter Benjamin (2010), “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Çev. Ece Göztepe, içinde Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (Haz.), Aykut Çelebi, İstanbul: Metis, s. 27.
[5] Chul Han, A.g.e., s. 75.
[6] Niccolo Machiavelli (1994), Hükümdar, Çev. Selahattin Bağdatlı, 3. Baskı, İstanbul: Sosyal Yayınlar, s. 52.
[7] A.g.e., s. 53.
Kaynak: https://halagazeteciyiz.net/2020/09/08/gucunu-kaybetmis-iktidarin-sucunu...