Prof. Dr. Şebnem Oğuz, 40. Yılında 12 Eylül rejiminin “geçmediğini”, aksine çeşitli revizyonlardan geçerek daha da kurumsallaştığını söyledi. Oğuz, “12 Eylül’ün 40 yıldır hâlâ ‘geçmeyen’ en önemli etkisi darbeyle kırılan emekçilerin ve solun örgütlü gücünün 80 öncesindeki düzeyine bir daha asla dönememiş oluşu” dedi.
Siyaset bilimci profesör Şebnem Oğuz, bianet’e 40. yılında 12 Eylül 1980’in Türkiye’nin ekonomi, siyasal hayat ve devlet aygıtıyla bitmeyen ilişkisini anlattı.
Bu yıl 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 40 yıl geçti. Peki hakikaten Türkiye’nin siyasi hayatında 12 Eylül “geçti” mi? Geçmediyse Türkiye’nin siyasi hayatına nasıl etki ediyor?
Tarihin öylesine ironik bir döneminden geçiyoruz ki, 12 Eylül 1980 darbesinin temel mantığını en uç noktasına götürerek kurumsallaştıran bir siyasal iktidar bugün karşımıza 12 Eylül’ün vesayet rejimini “milli idareye” dayanarak yıkan güç olarak çıkıyor. Tam da bu nedenle 12 Eylül rejiminin “geçmediğini”, aksine 40 yıl boyunca çeşitli revizyonlardan geçerek daha da kurumsallaştığını vurgulamak gerekiyor. 12 Eylül rejimi son 40 yılda çeşitli dönemeçlerde revizyondan geçti. Bu dönemeçlerin en önemlileri 1989’da reel sosyalizmin çözülüşü ve iki kutuplu dünyanın sona erişi, 1992-95 döneminde Kürt sorununun militarizasyonu, 2002’de AKP’nin iktidara gelişi, 2007’deki cumhurbaşkanlığı krizi ve AKP’nin seçim zaferi, 2010 referandumuyla kabul edilen ikinci 12 Eylül Anayasası, 2013’de AKP-Cemaat ittifakının bozulması ve Gezi Direnişi’yle birlikte ortaya çıkan politik kriz, 2015 Suruç Katliamı, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve 2018’de başkanlık sistemine geçiş olarak sayılabilir.
Ancak 12 Eylül’ün 40 yıldır hâlâ “geçmeyen” en önemli etkisi darbeyle kırılan emekçilerin ve solun örgütlü gücünün 80 öncesindeki düzeyine bir daha asla dönememiş oluşu. Bunun temel nedeni ise 1960’lı yıllarda Türkiye kapitalizminde açılan parantezin 12 Eylül darbesiyle bir daha açılmamak üzere kapanmasıdır. Başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bu parantezin içine sığan kısa dönemin başlıca özelliği iç pazara dönük olarak kitlesel çapta üretilen dayanıklı tüketim mallarının yine iç pazarda tüketilebilmesi için kitlelerin alım gücünün yüksek tutulması, bu bağlamda sendikaların ve sol hareketlerin belirli sınırlar içinde güçlenmesine izin verilmesiydi. 1970’lerin sonuna gelindiğinde bu politikalar sayesinde ülke içindeki birikimi belirli bir düzeye ulaşan büyük sermaye grupları özellikle TÜSİAD kanalıyla dış pazara dönük modele geçme taleplerini dile getirdiler. 24 Ocak kararları ile bu talepler doğrultusunda adımlar atılmakla birlikte Türkiye sermayesinin uluslararası rekabette ayakta kalabilmesinin o dönemdeki en önemli koşulu olan üretim maliyetlerini azaltmak üzere ücretlerin düşürülmesi ancak 12 Eylül darbesiyle sendikaların ve sol örgütlerin gücünün kırılması ile mümkün olmuştu. Bugün 12 Eylül’ün 40 yıldır hâlâ “geçmeyen” en önemli etkisinin bu olduğunu düşünüyorum.
Emek karşıtı politikalar
12 Eylül’de nasıl bir “devlet mekanizması” kuruldu?
Bir önceki sorunuza verdiğim yanıttan devam edecek olursam, öncelikle 12 Eylül’den sonra benimsenen emek-karşıtı politikaların (yanıltıcı yan anlamları nedeniyle “neoliberal politikalar” yerine “emek-karşıtı politikalar” ifadesini kullanmayı tercih ediyorum) kitlelerin direnciyle karşılaşmaksızın hızla yaşama geçirilmesi için üç önemli adım atıldı. Birincisi, siyasi partilere konan bir dizi yasal kısıtlama ile siyasal alan daraltıldı. Tek sesli ve ideolojilerden arındırılmış bir siyasal yapı yaratılarak sınıfsal çelişkilerin idaresi etkili bir biçimde siyasal alandan devlet aygıtına aktarıldı. İkincisi, özellikle ekonomik politikalarına ilişkin kararlar Meclis atlanarak Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı kanun hükmünde kararnamelerle alındı ve bu yolla yürütme organı yasama karşısında güçlendirildi.
Üçüncüsü, ekonomi yönetiminde doğrudan Başbakanlığa bağlı olarak hareket eden bir grup teknokrat ön plana çıktı. Böylelikle yeni ekonomi politikalarının bürokrasinin diğer kesimlerinin muhalefeti olmaksızın başlatılması mümkün oldu. Ancak bu durum özellikle 90’lı yıllar boyunca devlet içinde iki türlü çatışmaya neden oldu. Bunlardan biri, emek-karşıtı politikalara ilişkin kararlar kanun hükmünde kararnamelerle alındıkça, bu kararlara muhalefet eden kesimlerin, özellikle sendikaların en sık başvurduğu yöntem, söz konusu kararnamelerin iptali için Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’ne başvurmaktı. Bu süreçte özellikle özelleştirmeye ilişkin kararların çoğu ‘ulusal çıkarlara’ ya da ‘kamu yararına’ aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi ve Danıştay tarafından iptal edildi. Yürütme ile yargı arasındaki bu çatışmaları aşmak üzere 1999 yılında Anayasa’da yapılan değişiklikle özelleştirme ve uluslararası tahkime anayasal dayanak kazandırıldı. Böylece 2000’li yıllar boyunca özelleştirmeler büyük bir hız kazandı ve pek çok emek karşıtı düzenleme yaşama geçirildi.
Faşistleşme süreci
Bugünden bakılınca bu “devlet mekanizması” değişti mi ya da nasıl değişti?
Buraya kadar sözünü ettiğim gelişmeler daha çok ekonomi yönetimiyle ilgili olanlardı ve AKP iktidara gelmeden önce tamamlanmıştı. AKP iktidarı döneminde bu yönelimin temel doğrultusunda önemli bir değişiklik olmadı, aksine süreci daha da pekiştiren adımlar atıldı.
Bugünden bakılınca devlet mekanizmasındaki asıl değişiklik ise ekonomi yönetiminden çok özellikle 2013’ten itibaren devletin zor ve ideolojik aygıtları arasındaki ilişkilerde, devlet aygıtlarının iç hiyerarşisinde ve işlevlerinde yaşandı. 2013 yılı hem 2008 krizinin etkilerinin gecikmiş biçimde kendini göstermesi ve bu bağlamda iktidar bloğu içindeki temel çatlağın ortaya çıkması yani AKP-Cemaat ittifakının bozulması, hem de Gezi Direnişi nedeniyle önemli bir politik bir krize yol açtı ve bu krizi aşmak üzere faşizme özgü rejim ögelerinin harekete geçirildiği yeni bir döneme geçildi. Bu noktadan itibaren faşistleşme süreci her biri ayrı bir milat niteliği taşıyan farklı dönemeçlerde yeni özellikler kazanarak derinleşti.
Bunlar arasında 12 Eylül rejimi ve 1992-95 dönemi ile süreklilik taşıyan bazı baskı mekanizmalarının yeniden devreye sokulması ve üzerine yenilerinin eklenmesi açısından en kritik dönemeç ise Suruç katliamıydı. Suruç katliamının ardından 1981’de çıkarılmış olan Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu’na dayanarak Kürt illerinin çoğunda valiliklerce özel güvenlik bölgeleri ilan edilmesi ve bu bölgelerde tümüyle valilerin takdir yetkisiyle uygulanan sokağa çıkma yasaklarıyla hukukun artık sınır koymaz olduğu keyfi bir iktidar uygulamasına geçilmesi, 12 Eylül rejiminin faşist idare tekniklerinin ve 1992-1995 dönemine özgü “kirli savaş” aygıtının revizyonlarla yeniden ortaya çıkması anlamına geliyordu. Bu faşistleşme sürecinin batıya da sıçraması ise özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra gerçekleşti. Son günlerde sıkça kullanılan bir deyişle “beyaz Torosların yerini siyah Transporter'ler aldı”.
Çarpık popülizm
Günümüzdeki iktidar yani AKP ile 12 Eylül rejimi arasında benzerlikler görüyor musunuz?
Elbette çok sayıda benzerlik var. Fakat her benzerliğin değişen tarihsel bağlam nedeniyle aynı zamanda farklılaşma da içerdiğini belirtmek gerekiyor. Örneğin başkanlık sistemine geçiş talebinin ilk kez 1980’lerde Turgut Özal, Süleyman Demirel gibi liderler tarafından dile getirildiğini biliyoruz. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bu talebin arkasındaki temel mantığı koruyan fakat yeni dönemin değişen toplumsal-sınıfsal güç ilişkilerine uyarlayarak cisimleştiren halidir. Bir başka örnek sağ popülizmden verilebilir. Günümüzde sıkça tartışılan sağ popülizmin yükselişi sanıldığının aksine yeni bir gelişme değildir.
Kenan Evren ve Turgut Özal bir siyaset tarzı olarak sağ popülizmi oldukça etkili şekilde kullanan liderlerdi. Erdoğan bu tarza yeni ögeler katarak, popülizmin temel özelliği olan “halk” ile “seçkinler” arasındaki ikiliğin içeriğini “milli irade” ile “eski vesayetçi elitler” biçiminde yeniden tanımlayarak sürdürdü. Popülizmin iktisadi yönünde de benzer bir süreklilikten söz edilebilir. Bugün “neoliberal popülizm” olarak tanımlanan, kitlelerin gelir/tüketim düzeyini ücret dışı yollarla yükseltme stratejisi, 1980’li yıllarda Turgut Özal tarafından da kullanılıyordu. Hatta Korkut Boratav Türkiye İktisat Tarihi kitabında o dönemde uygulanan bu stratejilere kent yoksullarını üretim ilişkileri/işgücü piyasası dışında sisteme bağlama anlamına gelmek üzere “çarpık popülizm” adını vermiştir. O dönemde gecekondulara tapu tahsis belgeleri verme, belediye yatırımları, ithalatta liberalizasyonla gelen tüketim mallarında bolluk duygusu gibi ögeler içeren bu popülist politikalara günümüzde tüketici kredileri gibi mekanizmalar eklendi. Bugün neoliberal popülizmin en önemli ögesi olan sosyal yardımların kökeninin ise 1980’lerde kurulan ve kamuoyunda “fak fuk fon” diye bilinen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu olduğunu unutmamak gerekir. AKP iktidarının ANAP hükümetinden tek farkı bu fonu çok daha yaygın ve farklı amaçlarla kullanması oldu.
Derin devlet
Örnekleri çoğaltmak mümkün. 12 Eylül ile AKP rejimi arasındaki bir başka benzerliğin resmi ideolojide olduğunu düşünüyorum. 12 Eylül rejiminin resmi ideolojisi “Türk-İslam sentezi”ne dayanıyordu. AKP rejiminin inşa etmeye çalıştığı resmi ideoloji her ne kadar bu sentezde İslamcılığı çok daha fazla öne çıkarsa da bunu “Türk” ögesinde geri adım atmaksızın yaptı. AKP-MHP koalisyonunu bir arada tutan bu maya aynı zamanda revizyonlara rağmen “derin devlet”in resmi ideolojisi olmaya devam ediyor. AKP ile 12 Eylül rejimi arasındaki sürekliliğin bir başka ilginç örneği de Özal döneminde başlayan fakat o dönemde Türkiye kapitalizminin geldiği aşama itibarıyla ölü doğan neo-Osmanlıcılık ve benzeri bölgesel güç olma heveslerinin AKP iktidarında yeniden canlanması ve Doğu Akdeniz gibi yeni bölgeleri de kapsayarak genişlemesidir.
Pekişen ve farklılaşan yönler
Son dönemlerde birçok nedenden dolayı AKP iktidarının 12 Eylül’den daha kötü olduğunu söyleyen açıklamalar, makaleler, yorumlarla karşılaşıyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu soruyu da bir önceki soruya verdiğim yanıt çerçevesinde ele almak isterim. AKP iktidarı 12 Eylül faşizminin bazı ögelerinin revizyondan geçirildiği, bazı yönlerinin pekiştiği başka bazı yönlerinin ise farklılaştığı yeni bir versiyonunu temsil ediyor. İki rejim arasındaki temel ortaklık siyasal alanın daralması, yürütmenin yasama ve yargı karşısında güçlenerek özerkleşmesi, devletin zor ve ideolojik aygıtları arasındaki ilişkilerin, devlet aygıtlarının iç hiyerarşisinin ve işlevlerinin dönüşmesidir. Bu dönüşümler bazen belirli bir mekanizmanın daha da derinleşmesi biçimini alırken, bazen niteliksel farklılaşmayı da içerir.
Örneğin 12 Eylül rejiminde siyasal alanın daralmasının temel mekanizması siyasi partilere konulan kısıtlamalar, günümüzde hala varlığını sürdüren yüzde 10 barajı, seçilmişler karşısında atanmışları güçlendiren bazı uygulamalardı. AKP rejimi bu mekanizmalara iktidar partisinin seçim öncesinde devlet olanaklarını kendi lehine kullandığı eşitsiz koşullarda gerçekleşen seçimler ya da seçim dışı mekanizmalarla seçilmişlerin etkisizleştirilmesi, belediyelere kayyum atanması gibi bir dizi yeni mekanizmalar eklemiştir.
Devletin ideolojik aygıtlarına bakacak olursak 12 Eylül rejimi medya, üniversite gibi ideolojik aygıtların görece özerkliğini büyük ölçüde azaltmıştı. Bu durum günümüzde farklılaşan biçimlerle güçlenerek devam ediyor. Benzer biçimde 12 Eylül rejiminde üniversitelerde YÖK’ün kurulmasıyla başlayan özerklik kaybı AKP döneminde özellikle 15 Temmuz sonrasında yeni boyutlar kazanarak devam ediyor, 1402’liklerin yerini KHK’larla meslekten çıkarılan barış imzacısı ya da muhalif akademisyenler alıyor. Bu süreçte medya ve üniversitelerin aynı zamanda işlev değiştirdiğini, hedef göstererek bir tür polis ya da yargı işlevi üstlendiğini görüyoruz. Devletin ideolojik aygıtları içinde Diyanet’in ön plana çıkması ise 12 Eylül rejimiyle başlamakla birlikte AKP iktidarında bütçesi ve personelinin sayısındaki muazzam artış yanında özellikle 2010 yılında yetki ve sorumluluklarının yeniden belirlenmesiyle yepyeni boyutlar kazandı. Cami dışı din hizmetlerinin önünün açılmasıyla birlikte Diyanet eğitimden sağlığa, hastanelerden yurtlara kadar toplumsal yaşamın her alanına politik müdahalelerde bulunmaya başladı.
Devletin zor aygıtlarının iç hiyerarşisinin dönüşümüne baktığımızda ise 12 Eylül rejimiyle ön plana çıkan ordunun AKP döneminde askeri vesayeti azaltma söylemi adı altında geri plana düşürüldüğünü, polis ve istihbarat aygıtının ise güçlendirildiğini görüyoruz.
AKP rejimini 12 Eylül rejiminden ayıran bir başka özellik ise sürekli olarak değişen “iç düşman” tanımı yanında devletin “iç düşman” olarak tanımladığı kesimleri bastırmak üzere kullandığı mekanizmalara fiziksel şiddet yanında sembolik şiddetin eklenmesidir. 15 Temmuz’dan sonra KHK ile ihraç edilenler için kullanılan “sivil ölüm” ifadesi bunun bir örneğidir.
Dirilişçi söylem
Devletin sermaye birikim sürecine ve işgücü piyasalarına müdahale biçimi açısından bakıldığında da AKP iktidarının 12 Eylül rejiminden farklı olarak ekonomi-dışı zoru daha fazla kullandığını görüyoruz. Bu süreç Erdoğan’ın 2010 Anayasa referandumundan önce TÜSİAD’a yönelik olarak söylediği “taraf olmayan bertaraf olur” sözleriyle başlamıştı. 17 Aralık yolsuzluk operasyonundan sonra Cemaat şirketlerine kayyum atanmasıyla devam etmişti. 15 Temmuz’dan sonra ise daha da derinleşti. Sadece Cemaat şirketlerinin özel mülkiyetine el koyma biçiminde değil aynı zamanda işgücü piyasasını da ekonomi dışı zor yoluyla yeniden yapılandırma biçiminde kendisini gösterdi. Bunun en tipik örneği darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü hâl boyunca çıkarılan KHK’larla binlerce insanın terörist ilan edilerek işten çıkarılmasıdır.
AKP iktidarını 12 Eylül rejimi ile karşılaştırırken bazı ideolojik ögelerdeki farklılaşmaları da vurgulamak yerinde olur. Örneğin faşist ideolojinin temel ögelerinden bir olan yeniden dirilişçi söylem 12 Eylül rejiminin temel ideolojik motiflerinden biri değildi. AKP döneminde ise şanlı geçmişi gelecekte yeniden inşa etmeye dönük söylem çok daha fazla ön plana çıktı. Erdoğan’ın Selçuklu ordularının Bizans karşısındaki ilk zaferinin bininci yıldönümü olan 2071 tarihine atıfta bulunması ya da 1453’e referansla 2053 vizyonundan söz etmesi bu söylemin örneklerini oluşturuyor. Yine 12 Eylül rejiminden farklı olarak “reis” söyleminde ifadesini bulan lider kültünün, anti-entellektüelizmin, kitlelerin yaşam koşullarını değiştirmeksizin kendilerini değerli ve güçlü hissetmesini sağlayan “müjde” gibi motiflerin daha fazla ön plana çıktığı söylenebilir.
İnat ve sabır
Gezi direnişinde birçok insan 12 Eylül’den sonra insanların ilk kez sivil olarak başkaldırıda bulunduğunu ve dolayısıyla artık 12 Eylül’ün bittiğini iddia etti. Siz bu görüşe ne dersiniz?
Gezi Direnişi gerçekten de 12 Eylül'den sonra toplumsal muhalefetin kendiliğinden ve kitlesel bir biçimde sokağa çıktığı çok önemli bir başkaldırıydı. Bu anlamda 12 Eylül'le başlayan depolitizasyon sürecini sarsan bir adım olarak görülebilir, fakat 12 Eylül'ün kendisini "bitiren" bir adım olamadı. Ancak bu durum 12 Eylül'ün gözden geçirilmiş versiyonu niteliğini taşıyan AKP rejimine karşı Gezi ruhunu taşıyan yeni bir toplumsal canlanmanın gelinen noktada mümkün olmadığı fikrini beraberinde getirmemelidir. Bu noktada 12 Eylül'den farklı olarak "parti-devlet bütünleşmesine" dayanan bir "tek adam rejimi" ile karşı karşıya olduğumuza dair saptamaları son derece yanıltıcı buluyorum.
Bu yaklaşım devleti belirli bir siyasi öznenin kendi amaçlarına ulaşmak için ele geçirdiği bir araca ya da nesneye indirgeyen araçsalcı devlet kuramına dayanıyor. Oysa kapitalist devlet basit bir araç değil toplumsal-sınıfsal güç ilişkilerinin yoğunlaştığı bir mücadele alanıdır. Tam da bu nedenle faşist devletlerin en kurumsallaşmış biçimlerinde bile çoklu iktidar odakları varlığını sürdürür. Bu bağlamda Gezi ruhunu yaşatarak sürdürmenin ve 12 Eylül'ü gerçek anlamda "bitirmenin" yolu inat ve sabırla toplumsal-sınıfsal güç ilişkilerini dönüştürecek mücadeleleri başka mekanizmalarla sürdürmekten geçiyor.
Şebnem Oğuz kimdir?
Prof. Dr., Başkent Üniversitesi öğretim üyesi. Lisansını Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kamu Yönetimi'nden, yüksek lisansını ise yine aynı üniversitenin Siyaset Bilimi bölümünden aldı. Doktorasını York Üniversitesi Siyaset Bilimi'nde yaptı. Uluslararası ekonomi ve siyasal hayat ve kurumlar alanlarında çalışıyor.
(NÖ)
Nazan Özcan
bianet Genel Yayın Yönetmeni. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Gazeteciliğe 1997’de Radikal gazetesinin haftasonu ekleri Radikal İki ve Radikal Cumartesi’de muhabir olarak başladı. 2014’e kadar muhabirlik, editörlük ve yayın koordinatörlüğü gibi farklı görevlerde çalıştı. Radikal sona erince, Yurt, Agos ve Cumhuriyet’te muhabir ve editörlük yaptı. European Center for Press and Media Freedom bursuyla Almanya’da eğitim aldı. İkisi çocuk kitabı olmak üzere beş kitap çevirdi.
Kaynak: https://m.bianet.org/bianet/toplum/230779-akp-12-eylul-fasizminin-revizy...