Yayınlarına En Çok Atıf Yapılan Türkiyeli Akademisyen Oturan: Akademi Özgür Değilse Bilim de Gelişemez

Yazar / Referans: 
Mustafa Kömüş, Birgün
Tarih: 
26.01.2020

Siyasetin yükseköğretim kurumlarından elini çekmesi gerekiyor. Kişiye göre üniversite, kişiye göre kadro, kişiye göre yasa yapmaya son verilmelidir. Türkiye üniversitelerinin saygın bir yere gelmeleri için ilk önce yükseköğretim yasası, en başta da YÖK’ün yapısı, değiştirilmeli, politik kaygılarla keyfi atamalara son verilmelidir.

Ülkede geçen günlerde hiçbir makalesi uluslararası hakemli dergilerde yayımlanmayan 68 rektör olduğunu, 71 rektörün ise hiçbir makalesinin atıf almadığını öğrendik. Türkiye’den uzakta Fransa’da Gustave Eiffel Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Dr. Mehmet Ali Oturan ise yayınlarına en çok atıf yapılan Türkiyeli akademisyen.

Oturan’ın yayınlarına şu ana kadar 15 bini aşkın atıf yapıldı. Yayınlar bugüne kadar 11 bin 665 kişi tarafından 265 bin 918 kez görüntülendi. 2019 yılında ise yayınlara tam 3 bin 400 kez atıf yapıldı. Oturan’ın akademisyenlerin üretkenliğini ortaya koyan Web of Science H Endeksi puanı ise 66. Türkiye’de H Endeksi puanı 15 ve üzerinde olan rektörlerin sayısı ise sadece 23. Bu alanda en üst sıralarda yer alan Oturan Web of Science tarafından oluşturulan son on yılın en etkili bilim insanları arasında da yerini alıyor.

12 Eylül’cüler tarafından Türkiye’de akademideki görevinden alınan Oturan ile hem çalışmalarını hem üniversitelerimizi hem de hiç atıf almayan ve makalesi yayımlanmayan rektörleri konuştuk. Oturan, Türkiye’deki üniversitelerin uluslararası boyutta saygın bir yere gelebilmeleri için gerekenleri şöyle söylüyor: “Şüphesiz en başta siyasetin yükseköğretim kurumlarından elini çekmesi gerekiyor. Kişiye göre üniversite, kişiye göre kadro, kişiye göre yasa yapmaya son verilmelidir.”

► Siz dünyada yayınlarına en çok atıf yapılan Türkiyeli bir akademisyensiniz. Çalışmalarınızdan kısaca bahseder misiniz?
Ben, doktora tezimi Hacettepe üniversitesinde savunduktan, sonra 1981’de Fransız hükümeti bursuyla Paris 7 Üniversitesi’ne geldim. Askeri darbe zamanıydı ve üniversiteler büyük baskı altındaydı. Ben de bu baskıdan payımı aldım, 1982’de Hacettepe Üniversitesi’ndeki görevime son verildi. O zaman Paris Üniversitesi bana geçici kadro açtı. 1989’a kadar üniversite, araştırma kurumları ve endüstride geçici kadrolarda çalıştım. 1980 Askeri darbesinin yarattığı üniversite yasasında o zamana kadar bir değişiklik olmayınca, eşimle beraber Fransa’da kalmaya karar verdik ve aynı yıl Paris 7 Üniversitesi’nde doçentlik sınavını geçerek öğretim üyesi oldum. 1991 yılında da yeni kurulan şimdiki adıyla Paris-Est Üniversitesi'ne atandım. Orada klasik metotlarla arıtılması mümkün olmayan atık sularını etkin bir biçimde arıtan yeni bir yöntem (electro-Fenton) geliştirdim. Bu süreçte, aynı üniversitede araştırma mühendisi olan eşim Nihal Oturan ve üniversitenin desteği ile elde ettiğimiz bilimsel araştırma projeleriyle yeni bir laboratuvar kurduk. Bu yeni metot dünya çapında ilgi görünce, yurtdışından çok sayıda doktora öğrencisi gelmeye başladı. Yetiştirdiğimiz araştırmacılar şimdi dünyanın her tarafında bu yöntemi baz alan çalışmalar yürütüyor. Bu da bize olan ilgiyi artırdı. Son 10 yıldır yaklaşık 3 ayımızı kısa/uzun süreli davetlerle yurtdışında geçiriyoruz. Türkiye’den de doktora öğrencileri ve araştırmacılar gelip 3-6 aylık staj yaptılar. Bu çerçevede, çok atıf almamızın en önemli nedenleri olarak şunları söyleyebilirim:

♦ Özgür bir ortamda çalışmamız,
♦ Yeni bir metot buluşumuz ve onu özgün ve kaliteli yayınlarla geliştirmemiz,
♦ Yaptığımız işten zevk almamız,
♦ Uluslararası görünürlüğümüz
♦ Üst düzey dergilerde yayımlamamız.

Son on yılda, benim grubum ileri eletrokimyasal oksidasyon alanında dünyanın en iyi iki araştırma grubundan birisi olarak kabul ediliyor.

► Bir akademisyen olarak Türkiye’de akademinin bugünü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Düşüncelerimi ve gözlemlerimi iki noktada özetlemek isterim.

Birincisi, Türkiye’de üniversite sayısının abartılı bir biçimde çok fazla olması. Bunların bir kısmının uluslararası akademik ölçütlere göre gerçekten üniversite niteliğini taşıdığını söylemek zor. Politik nedenlerle her vilayete yeterli altyapı ve yetişmiş akademik kadro oluşturmadan bir üniversite kurmak akademik alanda görünürde gelişmişliğe rağmen gerçekte bir gerilemedir. Üniversiteleri lise seviyesine çekmektir. Bir karşılaştırma yaparsak, 2019 yılı itibarıyla Fransa’da 75 devlet üniversitesi bulunuyor. (Yüksek Okullar ve Araştırma Enstitüleri hariç). Özel yükseköğretim kurumlarının sayısı ise sadece 9. Şu sıralarda yeni gruplaşmalarla bu sayı indirilmeye çalışılıyor. Türkiye’de ise sadece İstanbul’daki üniversite sayısı Fransa’daki toplam üniversite sayısı kadar. Bu normal bir durum değil. Türkiye’de mantar gibi biten, çoğu büyük paralar kazanma kaygısıyla kurulmuş vakıf üniversiteleri, eğitimi adeta piyasa unsuru haline getirmiş durumdadır. Bu ise bambaşka ciddi bir sorun. Yükseköğretim kamusal bir görev ve böyle pervasız biçimde sermayenin etki alanına bırakılamaz, bırakılmamalı.

İkincisi, Türkiye'de akademinin politikadan bağımsız olmayışı durumu. Bu da demokrasi eksikliğini ya da yokluğunu beraber getiriyor. Rektörler, özel şirketlerde olduğu gibi atanıyor ve bu yolla geldikleri için tabanın (öğretim elemanları ve öğrenciler) desteğine ihtiyaçları yok; üniversiteyi nasıl daha ileri götürebilirim çabası yerine atayan kurumun hoşuna gidecek çeşitli pratikleri ile görünür oluyorlar. Ne yazık ki Türkiye’de rektör atama sistemi çağdaş yöneticilik donanımına ve bilimsel yeterliliğe ihtiyaç gerektirmiyor. Böyle olunca rektörler, kendileri gibi düşünmeyenlere kapıyı gösterebiliyorlar. Barış Akademisyenleri davasında da görüldüğü üzere, eleştiriye, karşı teze, tahammülsüzlük var. Bilim insanlarının özgürce çalışamadığı, fikir üretemediği, araştırma sonuçlarını yayamadığı bir yerde bilim gelişemez.

► Üniversitelerimizin uluslararası boyutta saygın bir yere gelebilmeleri için ne yapmaları gerekir?
Bunun için batı toplumları, hatta Singapur gibi bazı gelişmekte olan ülkelerdeki üniversitelerin uygulamalarına bakmak yeterlidir. Şüphesiz en başta siyasetin yükseköğretim kurumlarından elini çekmesi gerekiyor. Kişiye göre üniversite, kişiye göre kadro, kişiye göre yasa yapmaya son verilmeli. Yakın zamanda Türkiye medyasında okuduğum bir haber bu açıdan çok vahim bir durumu anlatıyor. İstanbul Cerrahpaşa Üniversitesi'ne rektör yapılmak istenen bir kişi için üç yıllık profesörlük şartını bir yıla indiren bir yasa değişikliği yapılıyor ve kişiye özel bu yasayla sözkonusu şahıs rektör yapıldıktan bir gün sonra, yasa yeniden değiştirilip eski haline getiriliyor. Hangi demokratik ülkede böyle komik şeyler olabilir? Ne Türkiye ne de üniversite işgal ettiği yeri hak etmeyen böyle yöneticilerle ilerleyemez, saygınlık kazanamaz.

Türkiye üniversitelerinin saygın bir yere gelmeleri için ilk önce yükseköğretim yasası, en başta da YÖK’ün yapısı değiştirilmeli, politik kaygılarla keyfi atamalara son verilmeli. Üniversitelerin, kendi yöneticilerini özgürce seçebileceği bir sisteme geçilmeli. Üniversiteler demokratik organlarla donatılmalı kurullarında teknik, idari kadrolar ile öğrenci temsilcilerine yer verilmeli. Uluslararası standartlara uygun altyapı ve yetkin öğretim kadrosu oluşmayan kurumlara üniversite statüsü verilmemelidir. Devletin ve TÜBİTAK‘ın orijinal araştırmaları ve araştırmacıları tarafsız olarak desteklemesi gerekir. En önemlisi de üniversitelerin ve araştırma kurumlarının topluma, ülke sorunlarına, teknolojik gelişmelere açık olması; ülkede ve dünyada olup bitenlere kayıtsız kalmaması ve politik/toplumsal ortamın bu serbestiye kavuşturulması.

► Türkiye’de 71 rektörün makalelerinin hiç atıf almadığını öğrendik geçen günlerde. Bu durumu nasıl yorumlarsınız?
Türkiye akademisi için tek kelimeyle 'içler acısı' bir durum. Açıkça belirtmek gerekir ki hiç atıf almamış bir makalenin bilimsel değeri yoktur. Bu demektir ki ve bu bilgi doğruysa bu 71 rektörün bilimsel yeterlilikleri ve dolayısıyla nasıl profesör oldukları tartışmalıdır. Ayrıca bu durum sistemin bilimsel/akademik teamüllere uygun şekilde işlemediğinin bir göstergesidir. Sadece Avrupa’da değil, Amerika ve gelişmekte olan birçok Asya ve Afrika ülkesinde bile doktora tezi sınavına girmek için, doktora öğrencisinin uluslararası düzeyde tanınmış bilimsel dergilerde en az 1-2 makale yayımlamış olması şartı bulunuyor. Durum böyle olunca bilimsel yeterliliği olmayan rektörlerden üniversiteleri çağdaş ve akademik-bilimsel ilkelere uygun şekilde yönetmeleri de beklenemez. Başka bir deyişle atayan kurumların politik beklentilerine uygun hareket edeceklerdir. Nitekim barış bildirisine imza atan akademisyenlere yapılanlar gibi örneklerde bunu görebiliyoruz ne yazık ki.

Kaynak: https://www.birgun.net/haber/yayinlarina-en-cok-atif-yapilan-turkiyeli-a...