Sema Bayraktar Tür'ün Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
09.07.2019

"Hayatım boyunca her türlü şiddete karşı oldum, kendi çocuğuma bağırdığım zaman bile vicdan azabı çektim. Şiddetin propagandasını yapan bir metni imzalamam düşünülemez."

Bilgi Üniversitesi Bankacılık ve Finans Bölümü'nden Yrd. Doç. Dr. Sema Bayraktar Tür'ün Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 23. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz. 

Sayın Başkan ve Mahkeme Heyeti,

İddaanameye göre “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye imza attığı için Terör Örgütü Propagandası yapmakla suçlanan 2250 akademisyen ve araştırmacıdan biriyim. 5 Aralık 2017 den beri devam eden akademisyen davalarında dava sayısı şu an itibariyle 777’e ulaştı, bununla birlikte 778. Ve daha sırada sırf bu konu ile ilgili bekleyen yüzlerce dava var. Daha ilk celsede ifade özgürlüğü kapsamında kapanması gereken yüzlerce davadan bahsediyoruz ne yazık ki.

Ben savunmamı iki açıdan kurgulayacağım. Birinci olarak iddianamenin sadece savcının subjektif çıkarımlarından oluştuğunu, yani hakikati aramakla hiçbir ilgisi olmadığını anlatmaya çalışacağım.

İkincisi ise bu davanın Ayşe Çelik davası ile benzerliğini ortaya koyarak neden ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini bir de bu benzerlik üzerinden göstermeye çalışacağım.

İddianamede tarafıma yöneltilen suçlamalarla ilgili hiçbir kanıt yani hukuki ifade ile maddi gerçeklik bulunmamaktadır. Zaten iddianamenin kendisi de farkındadır bunun ve sayfa 12 paragraf 2 de şöyle yazmaktadır: “Ceza muhakemesinin amacı, maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Ne var ki ispat yeterince güçlü, açık ve tutarlı çıkarımların bütününden ya da aksi ispatlanamayan bazı karinelerden oluşabilir.”

Yani iddianame burada da açıkça itiraf edildiği üzere sadece çıkarımlardan oluşmaktadır. Karinenin hukuki anlamı “Bilinen bir olgudan bilinmeyen bir olgunun çıkartılması” imiş. Nitekim iddianamede adı geçen Bese Hozat isimli şahıstan örgüt gündemindeki medya aracılığıyla talimat alındığı iddiası sadece Bese Hozat’ın açıklama yaptığı tarih olan 22 Aralık 2015’in, bildiri tarihi olan 11 Ocak 2016’nın öncesine rastlamasından ibarettir. 

Birbirini tanımayan 2250 araştırmacının bir kişiden talimat aldığını iddia etmek bile bu iddianamenin suçlama yaptığı konuları savunmak için nasıl çaresizce bir arayış içinde olduğunu göstermektedir. Evet, iddianame belirttiği suçlar için hiçbir kanıt sunamamaktadır bize. Sadece çıkarımlar vardır. 

Nitekim bildirinin hiçbir yerinde herhangi bir örgütün adı geçmediği, hiçbir şekilde terör ve şiddeti övmediği tam tersine şiddetin son bulmasını talep eden bir bildiri olduğu halde sayfa 13 sondan ikinci paragrafta “PKK/KCK silahlı terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propaganda” yaptığı çıkarsanmıştır.

Hayatım boyunca her türlü şiddete karşı oldum, kendi çocuğuma bağırdığım zaman bile vicdan azabı çektim. Şiddetin propagandasını yapan bir metni imzalamam düşünülemez.

Bir başka çıkarım değil ama yanlış yönlendirme ise bildirinin İngilizce versiyonundan çevrildiği iddia edilen Türkçesinde altı çizili olarak vurgulanan “Kürdistan illeri” çevirisidir. Yanlış bir çeviri olduğu halde bu ifade bir suç unsuru sayılarak gene terör örgütü propagandası imiş gibi sunulmaktadır. Oysa bilindiği gibi Kürdistan ifadesi bir suç değildir.

Nitekim Sayın Binali Yıldırım son olarak 6 Haziran 2019’da Diyarbakır’da yaptığı konuşmasında Kürdistan kelimesini kullanmıştır. Buna rağmen gene de iddianamenin 8. Sayfası 5. paragrafında “ “Kürdistan İlleri” ibaresi kullanılarak ayrıştırıcı ve bölücü bir üslup kullanılmış” denilebilmektedir.

Dolayısıyla iddianamede olmayan sebep sonuç ilişkileri yaratılarak, yanlış tercümelerle o da yetmeyince aslında suç olmayan ifadelere suçmuş gibi yaklaşılarak imzaladığımız metnin bir terör örgüt propagandası olduğu iddiası yoktan var edilmeye çalışılmaktadır.

Evet, iddianamenin kendisi savcının subjektif çıkarımlarından ibarettir, hakikati ortaya çıkarmak gibi bir derdi yoktur.

Aslında iddianame kendi içinde kendi argumanlarını da çürütmektedir. Şöyle ki 10. sayfa 6. paragrafta “Hiç süphesiz içerik itibariyle suç unsuru barındırmayan bir bildirinin altına imza atmak demokratik bir haktır.” denmektedir.

Dolayısıyla o ana kadar bildiri ve bildiri dışında yaşananlar arasında ilişki kurarak oluşturmaya çalıştırdığı suç unsurları bu anlamda geçerliliğini yitirmektedir. Yani iddianameye göre de asıl olan bildirinin içeriğidir.

İçerikte ise ne terör ne de şiddet savunması vardır. Bu nedenle söylemediği şeyler için suçlanamaz bildiri. Bu noktada ifade özgürlüğünün kapsam tartışması kalmaktadır geriye. İddianameye göre bildiride kullanılan ifadeler ifade özgürlüğü kapsamına girmez, halbuki avukatım bunun aksi yönünde pek çok emsal karar sunacaktır size. 

Ben sadece Ayşe Çelik Öğretmen’in uzun süren mağduriyetinden sonra 9 Mayıs 2019 tarihinde AYM kararı ile belirlenen ifade özgürlüğü kavramı neticesinde beraat ettiğini burada vurgulamak isterim. Önce Ayşe Öğretmen’in 8 Ocak 2016 gecesi Beyaz Show programına bağlanarak neler dediğini hep birlikte hatırlayalım:

Ayşe Öğretmen şunları demişti:

“Bu ülkenin Doğu’sunda, Güneydoğu’sunda neler olup bittiğinin farkında mısınız? Çocuklar, anneler, insanlar öldürülüyor. Sanatçı olarak, insan olarak bir şekilde yaşananlara siz de sessiz kalmamalısınız ve bir şekilde dur demelisiniz.

“Ayrıca bir şey daha söylemek istiyorum; ölen çocuklara sevinen zavallı insanlar var. Ben o insanlara, daha doğrusu biz bu insanlara hiçbir şey söyleyemiyorum “yazıklar olsun” demekten başka.

“Bir şey daha söylemek istiyorum, kusura bakmayın. Ben öğretmenim. Öğrencilerini terk eden öğretmenlere seslenmek istiyorum. Bir daha oralara nasıl dönecekler? O güzel, masum tertemiz yürekli çocukların yüzüne, gözlerinin içine nasıl bakacaklar? Ben konuşamıyorum, gerçekten. Bu arada yaşananlar ekranlarda, medyada çok farklı aktarılıyor. Yani, gerçekten konuşamıyorum. Sessiz kalmayı. İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün, duyun artık. Bize el verin. Yazık… İnsanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın. Söyleyeceklerim bu kadar. Çok teşekkür ediyorum…

“Aslında çok şey söylemek istiyorum. Duygu yoğunluğundan dolayı hiçbir şey söyleyemiyorum. Siz de fark ediyorsunuz, sesim titriyor. Bomba seslerinden, kurşun seslerinden insanlar susuzlukla, açlıkla mücadele ediyor. Özellikle bebekler, çocuklar… Lütfen siz de duyarlı olun, sessiz kalmayın. Rica ediyorum… Lütfen.”

Ayşe Öğretmenin bu sözleri benim de o günlerde nasıl duygular içinde olduğumun tercümesi. Bir akademisyen olarak neden bu bildiriyi imzaladığımın açıklaması. Bir ilişki kurulacaksa daha önce adını bile bilmediğim Bese Hozat ile değil 11 Ocak 2016’da imzaladığım metinle Ayşe Öğretmenin 8 Ocak 2016’da söylediği bu sözleri arasında ilişki kurulmalıdır.

Ben on sekiz yıldır akademisyenim. Her ne kadar önceliğim bilimsel kimliğim ve öğrencilerim olsa da toplumda olan bitene hep duyarlı olmaya çalışan biri oldum. Çeşitli sivil toplum kurumlarında görev aldım. Bunun neticesinde farklı yerlerden önüme gelen mağduriyetlerle ve insan hakları ile ilgili pek çok farklı imza metinlerine imza attım.

Söz konusu bildiri de önüme geldiğinde ve Ayşe Öğretmenle aynı duygular içinde olduğumdan bu bildiriyi imzaladım. Yani ben de o günlerde nefes almakta zorluk çekiyor, yaşanan hak ihlalleri karşısında çaresizlikten ne yapacağımı bilemiyordum. Bildiriyi imzalarken asıl olarak derdim suça ortak olmamaktan ziyade yaşanan acılara ortak olmaktı. Çünkü acıların ortak olmamasının bir toplumda nasıl derin travmalar yarattığını biliyorum. 

Yani asıl olarak iddianamede iddia edilen “halkın birlik beraberlik ve bütünlüğünü bozulması” suçu acıları görmezden gelerek oluşur. Tam tersine bildirinin yapmaya çalıştığı gibi acılara ortak olmaya çalışarak değil.  Ayşe Öğretmen acılara ortak olmuştur ve dile getirmiştir. Bildiri de acılara ortak olmuştur ve şiddetsiz bir çözüm önermiştir.

Peki, Ayşe Öğretmene ne oldu bu konuşmasından sonra. Ayşe Çelik, ‘terör örgütü propagandası’ yaptığı gerekçesiyle 1 sene 3 ay hapis cezasına çarptırılarak mahkûm edildi. Karara yapılan itirazlardan sonuç alınmaması üzerine Çelik'in avukatı, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulundu.

Bu arada Ayşe Çelik bebeği ile birlikte cezaevine de girdi. (20 Nisan 2018’de altı aylık kızıyla birlikte Diyarbakır E Tipi Cezaevi’ne konmuştu. 4 Mayıs 2018’de tahliye etmişti. 17 Nisan 2019 da tekrar cezaevine giren Ayşe Öğretmen 9 Mayıs tarihinde tahliye edildi.)

Yapılan başvuru neticesinde Anayasa Mahkemesi, 9 Mayıs 2019 tarihinde, Ayşe Çelik'in, Anayasa'nın 26. maddesinin birinci fıkrasında güvence altına alınan "ifade özgürlüğü hakkının" ihlal edildiğine karar verdi. Böylece yaşadığı pek çok mağduriyetin ardından Ayşe Öğretmen tahliye edildi. AYM’nin Ayşe Çelik kararında şu tespitler yapılmıştır:

"Terör veya terör örgütü ile bağlantılı olsa bile içinde şiddete başvurmayı cesaretlendirici ifadeler yer almayan, terör suçlarının işlenmesi tehlikesine yol açmayan, terör örgütünün ideolojisi, toplumsal veya siyasal hedefleri, siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlara ilişkin görüşleri ile paralellik taşıyan düşünce açıklamaları terörizmin propagandası olarak kabul edilemez.

“Toplumsal ve siyasal ortama veya sosyoekonomik dengesizliklere, etnik sorunlara, ülke nüfusundaki farklılıklara, daha fazla özgürlük talebine veya ülke yönetim biçiminin eleştirisine yönelik düşüncelerin -Anayasa Mahkemesinin daha önce ifade ettiği gibi devlet yetkilileri veya toplumun önemli bir bölümü için rahatsız edici olsa bile (Abdullah Öcalan [GK], B. No: 2013/409, 25/6/2014, § 95) açıklanması, yayılması, aktif, sistemli ve inandırıcı bir şekilde başkalarına aşılanması, telkin ve tavsiye edilmesi ifade özgürlüğünün koruması altındadır."

AYM’nin yaptığı tanım çok açıkça imzaladığım metni de kapsamaktadır. Ama ne yazık ki şu ana kadar açılan davalardan sonuçlanan 203’ü içinde hiç biri beraat ile sonuçlanmadı, ne yazık ki tam tersine 36 kişinin mahkumiyet kararı ertelenmedi.  Ve çok sevgili hocalarımız Prof. Dr. Füsun Üstel 63 gündür ve Doç. Dr. Tuna Altınel 60 gündür cezaevindeler. İşte yukarıda saydığım nedenlerle bu bildiri nedeniyle şimdi de akademisyenler hak ihlalleri ile karşı karşıyadır.

Halbuki bildiri ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmeli ve akademisyenlerin yaşadıkları mağduriyetler de daha fazla artmadan sona erdirilmelidir.

Son olarak metni özgür irademle ve kimseden talimat almadan imzaladığımı tekrar belirtmek isterim.

Sadece yaşanan insan hakları ihlallerine karşı akademisyen olarak vicdani sorumluluğumu yerine getirmek ve acılara ortak olmak istedim. İddianamedeki tüm suçlamaları reddediyor ve beraatimi talep ediyorum. 

(SB/TP)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/210257-sema-bayraktar-tur-un-b...