Seçil Doğuç'un Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
05.07.2018

"Bir gün kanın, şiddetin, nefretin, hukuksuzlukların, hak ihlallerinin, faili meçhullerin ve baskının olmadığı; kimsenin kimliğinden, inancından, sınıfından ya da cinsiyetinden ötürü kendini dışlanmış, aşağılanmış hissetmeyeceği adil bir ülkeye kavuşacağımızı umdum."

Galatasaray Üniversitesi'nden Arş. Gör. Seçil Doğuç’un Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 34. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

Sayın Heyet Başkanı, Sayın Üyeler,

Uzun zamandır bu savunmayı hazırlamaya uğraşıyorum. Doğrusu şu güne kadar nasıl bir savunma yapacağıma halen karar verememiş olduğumdan, huzurunuzda artık içimden nasıl gelirse öyle anlatmaya karar verdim.

Bu tercihimde bir yandan siz mahkemelerin tavrı bir yandan da benim bazı kişisel kusurlarım etkili oldu. Ne demek istediğimi kısaca açıkladıktan sonra savunmama geçeceğim.

Sayın heyet, kendimi şu sahnede aylardır düşlerken, başı dik, mağrur hatta biraz da üstten konuşan bir Seçil olarak tahayyül etmeye çok çalıştım. Açıkçası o hayal çok hoşuma gidiyordu.

Ama madem burada doğruları konuşuyoruz, itiraf etmem gerekir ki, daha o hayali kurarken bile bu kahramanca duruşun, başkasının takımını giymişim gibi üzerimden sarkacağını biliyordum.

İnsan hayatın bazı anlarında bir şey yapar ve hiç kurtulamadığı kendinden sıyrılıp başka biri oluverir, başka biri olmanın yolunu kendine açar en azından. Ama ben kendim kalmaya daha yakınım sanırım.

Duruşmalar başladığından beri, bir kısmı arkadaşlarım bir kısmı da hocalarım da olan meslektaşlarımın savunmalarını bizzat dinledim ya da çeşitli yollarla okudum, takip ettim. Birçoğu kim olduklarından, hayatlarında nelerle uğraştıklarından, akademik başarılarından söz ettiler.

Söyledikleri yalan değildi. Gerçekten de ülkenin sayılı akademisyenlerini, düşünme becerileriyle bugünkü saygınlık ve konumlarını kazanmış kişileri tam da düşündüklerini beyan etmekten yargılıyorsunuz, cüretinize şapka çıkarıyorum.

Düşündüm, ben kendimden bahsetsem, bırakın benim gibi birini bir imza metni için yargıladığınız için sizleri utandırmayı, neredeyse bana ‘sen neye dayanarak kendini akademisyen saydın da metne imza verdin’ diyeceksiniz.

Böyle bir girizgâh yapsam, duruşmanın başında bana siz diye hitap ederken, bu girişin ardından hemen sen demeye başlarsınız, o derece.

O nedenle kendimi kalburüstü bir akademisyen, ya da geleceği parlak bir genç akademisyen adayı olarak tanıtma seçeneğinden ister istemez caymış gibiyim. Biraz abartıyorum tabii, nihayetinde kaç yılın araştırma görevlisi ve doktora öğrencisiyim.

Bu kadar istikrar da herkese nasip olmaz! Ayrıca ömrüm okumakla, merak etmekle, anlamaya çalışmakla geçti. Profesyonel olarak parlak bir profil çizmesem de amatör ruhum anlama çabasını hep tutkuyla devam ettirdi.

Peki neyi anlamak? Mesela insan acısının ve acımasızlığının, mutsuzluğunun kaynaklarını. Yaşamın ve varoluşun mucizevi güzelliğiyle ölümün, geçiciliğin ve yokluğun biraradalığını nasıl bağdaştırabileceğimizi. Hayallerimizle ve hayal kırıklıklarımızla, daimî eksikliğimizle ne yapacağımızı ve hayatla nasıl barışacağımızı.

Yaralarımızı, başkalarının ve yaşadığımız hayatın bizde yarattığı tahribatı tamir etmenin mümkün olup olmadığını. Mutluluğa nasıl erişebileceğimizi. Birbirimizle ilişkimizi hangi temeller üzerinde kurmamız gerektiğini.

Nasıl olup da bazılarının diğerlerinin emeğinin, yaşam enerjisinin, sevgisinin, hayatının üzerinde bu denli söz sahibi olabildiğini ve bunları kendi çıkarları için sınırsızca sömürebildiğini. Haksızlığın, zulmün, eşitsizliğin, tahakkümün nasıl kabul edilip makul görüldüğünü.

Nasıl daha eşit, adil ve özgür bir dünya inşa edebileceğimizi. İnsan ruhunun çelişkilerle dolu görünen karmaşık zenginliğini, yıkıcı duygular ve psikolojik mekanizmalar karşısında hayatımızda sevgiye ve sevince nasıl alan açabileceğimizi.

Bu ve bunun gibi birçok sorunun cevabını kendimi bildim bileli merak ediyorum. İzlediğim filmlerde, okuduğum kitaplarda, yaptığım ya da parçası olduğum araştırmalarda doğrudan ya da dolaylı olarak hep bunları kendime mesele edindim.

Yani duyacaklarınız kendince meraklı, az çok mürekkep yalamış bir vatandaşın, insan olmaya çalışan birinin sözleri olsun nihayetinde.

Savunmamı nasıl yapacağıma dair kararsızlığa düşmemin bir diğer nedeni de mahkemenize ve diğer mahkemelerdeki imzacı duruşmalarına dair gözlemlerimin bana yaşattığı bir hissiyattan ileri geliyor.

Yani en basitinden şöyle diyeyim: şimdi duruşmama bir hafta kala bu metni yazarken ve daha kendim nasıl bir savunma yapacağımı bilmezken, doğal olarak siz de henüz beni duymamışken, ben savunmamın ardından savcılık makamının hakkımda beyan edeceği mütalaadan haberdarım.

Yok öyle araya adam falan sokmadım. Benden önceki arkadaşlarımın duruşmalarına izleyici olarak katıldım ve bu sayede beni bekleyen mütalaayı dört-beş defa bizzat dinlemiş oldum.

Sonuçta biraz konuşsam hükmü yok, sussam gönül razı değil durumuna geldim. Öte yandan izleyiciler, verdiğimiz beyanları gazetelerden ya da sosyal medyadan okuyan insanlar var. O zaman da diyorum ki, sizi, bizi ve burada olup biten her şeyi yargılayan bir kamu vicdanı var. O halde ben onlar duysun diye de konuşabilirim.

Sonucun baştan belli olduğunu bilmek insanı bir yandan öfkelendiriyor bir yandan da rahatlatıyor sayın heyet. Bir yandan, hiç hak etmediğiniz bir şekilde suçlandığınız bir davadan ne yaparsanız yapın beraat edemeyeceğinizi görüyorsunuz.

İki buçuk yıldır süren bir haksızlıklar silsilesinin mağduru olarak, yaşadığınız adaletsizliğin giderileceği yerin burası olmadığını bilmek, adalete dair bırakmamakta ısrar ettiğiniz ufacık inancı da yerle bir ediyor.

Hoş, onu da fazlaca dile getiremiyorsunuz zira yan mahkemede on altı yaşında askeri okul öğrencileri darbe yapmaktan müebbetle yargılanıyor oluyorlar, sizin mağduriyetiniz onların uğradığı gazap karşısında tatsız bir şakadan ibaret kalıyor.

Öte yandan savunma konusunda bir rahatlama duygusu da yaşıyorsunuz. Yapacağım savunmanın aleyhimde bir etki doğurma ihtimali yok o zaman diyorsunuz.

Evet, girizgahım uzun sürmüş ve savunmamın esasına dair hiçbir şey barındırmıyor olabilir. Ama açık konuşayım Sayın heyet başkanı ve üyeler, savcılığın iddianamesinden daha tâli kalmıyor benim söylediklerim.

Doğrusu, dersini çalışmamış ama yine de geçmek için kulaktan dolma ifadeler ve laf kalabalığı ile sınav kağıdını doldurmuş bir öğrencinin kağıdını okurken zorlandığım gibi tamamını okumakta büyük zorluk çektiğim bu iddianame mesnetsiz kuruntular ve niyet okumalardan oluşmakla, hakkımızdaki suçlamayı hukuki olarak temellendirmek bakımından sınıfta kalmaktadır.

Bir hukukçu ya da avukat olmadığımdan iddianameyi hukuki açıdan çürütmeyi, elbette işin ehli olan avukatlarıma bırakıyorum.

Ancak, kendi anladığım kadarıyla iddianamede gözüme çarpan bazı unsurlara kendimce yanıt vermek ve benim için bu bildiriye imza atmanın neden kaçınılmaz olduğunu anlatmak isterim.

Yargılandığım davanın tek sanığı olarak göründüğüm bu iddianamede, beni öncelikle şaşırtan şey adımın sadece bir kez geçmesi ve iddianamenin tümünün kolektif bir faile yönelik olmasıdır.

Doğrusu, dava şahsıma açılmış olduğundan bizzat beni muhatap aldığını varsaydığım ithamlara dair bana özel en azından bir iki kanıt bulmayı beklerdim.

İkinci olarak ilgimi çeken durum ise iddianamenin işlediğimizi iddia ettiği suçun unsurlarının varlığını ispat etme yükümlülüğünü yerine getirme gereği duymamasıdır. İddianame boyunca neden olduğu anlaşılmayacak şekilde kimi satırların altını çizmenin, diğer satırları koyu renk yapmanın, bazı ifadelerin başına “sözde” sıfatını koymanın, “sözde barış ve demokrasi prensipleri” gibi, ve suçun ispatlanmaya gerek duyulmayacak kadar “aleni” olduğunu belirtmenin yeteceği düşünülmüş gibidir. 

Bu genel gözlemlerin ötesinde iddianameyi üç maddede özetlemek mümkün:

1- Barış Bildirisi belirli bir konjonktür içinde, örgüt liderlerinden Bese Hozat’ın talimatıyla, devleti zor duruma düşürmek amacıyla yayımlandı.

2- Devleti haksız ve mesnetsiz iddialarla karaladı, itham etti, küçük düşürdü. Devletin yaptığı söylenen şeyler tamamen asılsızdı, yalandı. Bildirinin ardından yapılan tüm basın toplantıları, uluslararası kurumların yaşadıkları baskılar karşısında onlara verdikleri destek vs. olup biten her şey de yine bu devleti karalama operasyonunun bir parçasıdır. Böyle asılsız karalamaları düşünce özgürlüğü içinde algılayamayız.

3- Devleti, yürüttüğü mücadelede yaptıklarından ötürü eleştiren bu metin, sonuç olarak karşısındaki örgütün çıkarlarına hizmet etmiştir. Ve devleti asılsızca hak ihlalleri yapmakla suçlayarak terör propagandası yapmış, devleti suçlamak suretiyle örgütü meşru göstermiş ve halkı kin ve nefrete, şiddete teşvik etmiştir.

Madde madde cevaplamam gerekirse:

* Kendi adıma, Bese Hozat’ın adını savcılık iddianamesi ile birlikte duydum, öncesinde varlığından ve kim olduğundan haberim yoktu. Ama mademki savcılık makamı benim kendisinden talimat alacak kadar tanışık olduğumuzu söylüyor, o halde aramızdaki ilişkinin mahiyetini de anlatmış olmasını, böylece haberdar olmadığım ve benim için de epey merak uyandırıcı bu tanışıklık meselesini aydınlatmasını isterdim.

Sayın heyet, hayatımda kimseden ne düşüneceğime, ne beyan edeceğime dair talimat almadım. Düşüncemi, aklımı, vicdanımı kimseye kiralamam, satmam. Aksini iddia edenin bunu ispat etmesini beklemek de hakkımdır.

İddianame Hozat’tan talimat aldığımı ispatlamamakla kalmamış, Hozat’ın beyanının ne olduğunu da iddianameye ya da dosyaya koymamıştır. Nitekim geçtiğimiz hafta yine mahkemenizde görülen bir duruşmaya kadar söz konusu beyanın içeriğinden de haberdar değildim.

Oysa geçtiğimiz hafta değerli meslektaşım Cem Özalatay’ın da ortaya koyduğu gibi, söz konusu açıklama doğrudan bir şiddet çağrısı ve içinde bulunulan çatışma ortamını alevlendirmek amacı taşımakla, imzamı verdiğim ve çatışma ortamının sonlandırılmasını, insan hakkı ihlallerine son verilmesini ve toplumsal barış sürecine geri dönülmesini talep eden bildiriyle taban tabana zıt bir mesaj içermektedir.

* İddianamenin ikinci varsayımı, “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı bildirinin mesnetsiz, asılsız iddiaları, bilerek ve isteyerek devleti karalamak amacıyla ortaya atmış olmamızdı. Oysa bizler o dönemde ülkenin doğusundaki birçok ilçede ne zaman biteceği belirsiz ve gece gündüz devam eden sokağa çıkma yasaklarına şahitlik ediyorduk.

Ne OHAL ne sıkıyönetim ilan edilmemişken, il idaresi kanununa dayanarak, süresiz ve 7/24 ilan edilen bu yasakların yarattığı insan hakkı ihlalleri biz, metne imza verenlerin topluca gördüğümüz bir sanrı olsaydı keşke.

Oysa Cizre’de 10 yaşında evinin kapısının önünde öldürülen Cemile Çağırga’nın annesinin, sokağa çıkma yasakları nedeniyle evladının bedenini üç gün boyunca derin dondurucuda saklamak zorunda kaldığını duyduk, okuduk.

Yolda keskin nişancılar tarafından öldürülen Taybet İnan’ın bedeninin yedi gün boyunca sokakta kaldığını, cenazesini almak isteyen kayınbiraderinin de aynı şekilde öldürüldüğünü duyduk. Hastanelerin güvenlik güçlerince üs olarak kullanıldığını, halkın sağlık hizmetine erişemediğini, sağlık çalışanlarının öldürüldüğünü okuduk.

PÖH ya da JÖH imzalı, “Kurdun dişine kan değdi”, “Balayı Bodrum’da yaşanır” gibi yazıların sokakların duvarlarına ya da sivil halkın evlerinin yatak odalarındaki aynaların üzerine yazılmış olduğu fotoğrafları gördük.

Binlerce insanın bu süreçte evlerini terk etmek zorunda kaldıklarına, daha sonra evlerine geri dönemediklerine şahit olduk. Evlerinden çıkamayan ve çatışma hattında kalan sivillerin başta yaşam, barınma, sağlık ve eğitim haklarının ağır bir biçimde ihlal edildiğine işaret ediyordu görüp duyduklarımız.

Velev ki bizler her önümüze sunulan her habere inanan ahmak ya da art niyetli akademisyenler olalım, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’ndan, Türk Tabipler Birliği’ne, Diyarbakır Barosu’ndan, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’na birçok kurum yaşanan hak ihlallerine dair raporlar yayınlayıp durumun ne denli vahim ve kaygı verici olduğuna dair değerlendirmelerde bulundular.

Yarsav’ın “Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik Türkiyesi için Çağrı” başlıklı 22 Ocak 2016 tarihli metni şöyle başlıyordu:

“Doğu ve Güneydoğuda askeri güvenlik bölgeleri adı altında hukuk dışı ara rejimde vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğinin kalmadığı, eğitim hakkının engellendiği, halkın zorunlu olarak göç ettiği, sivil ölümlerin olağanlaştırılarak sorgulanmadığı, bu konuda etkin soruşturmaların yapılamadığı, cenazelerin dahi kaldırılmasına izin verilmediği, şiddet politikası üzerinden şekillenen ortamın adeta iç savaş görüntüsü verdiği bir süreci yaşıyoruz.

Valiler tarafından yasal yetkileri olmadığı halde sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği, halkın haber alma özgürlüğü ile bilgiye erişiminin bizzat devlet eliyle engellendiği, gerçeğin karartılarak örtbas edilmeye çalışıldığı böyle bir sansür ortamı aynı zamanda hukuk güvenliği ile ilgili de ciddi endişeler yaratmaktadır.”

Bir hukuk devletinde böylesine ağır ve endişe verici iddialar karşısında yapılması gereken, söz konusu can kayıplarının ve hak ihlallerinin gerçekliğini araştırmak ve sorumlularını etkin ve bağımsız bir soruşturmayla ortaya çıkarmaktır.

Babası tarafından taciz edildiğini söyleyen çocuğu, “babalar öyle şeyler yapmaz, yalan konuşma” diyerek susturmaktan farkı olmaz diğer türlüsünün. Hukuk devleti, idarenin ve kolluk kuvvetlerinin yaptığı her şeyin tanım itibarıyla hukuka uygun olduğunun varsayıldığı ve aksinin iddia edilemeyeceği devlet değildir. Bu daha ziyade ceberrut devlet tanımına uyar.

Anayasasında kendini hukuk devleti olarak tanımlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin, idarenin karar, tasarruf ve eylemlerinin hukuka uygunluğunu, devletin temel insan haklarına saygı gösterip göstermediğini bağımsız yargı mekanizmaları ile sıkıca denetlemesi gerekir.

Gerek burada yargılanmakta olan barış bildirisi, gerekse değindiğim ve değinemediğim raporlar ve Yarsav’ınki gibi devlet otoritesini terörle mücadele konseptinde hukuka bağlılığa davet eden, ne olursa olsun hukuktan ve toplumsal barış dilinden vazgeçilemeyeceğini beyan eden çağrılar karşısında, benim yargıdan beklentim tüm söylenenleri devlete karşı hain bir komplonun parçası olarak yaftalamak yerine, hakikati araştırması ve ortaya koymasıydı.

* İddianamenin üçüncü ayağı ise “devleti karalamak = terör propagandası yapmak” denkleminden ibarettir. Doğrusu bu denkleme dair herhangi bir açıklama yapma gereği duymuyorum.

Bir suçun diğer bir suçla eşitlenip tanımlanabileceği bir ceza hukuku sistemi olduğunu sanmıyorum modern dünyada. Bu denklemin kendisi, barış bildirisinde terör propagandasıyla ilişkilendirilebilecek bir unsur olmadığının göstergesi gibi durmaktadır.

Sayın heyet, savunmamın iddianameye dair olan kısmının kuruluğu ve sıkıcılığı beni de rahatsız etti, ama başka türlü nasıl yanıt vereceğimi bilemedim okuduğum bu iddialara. Şimdi kısaca benim için bu metne imza vermek ne ifade ediyordu, neden gerekliydi buna değinip beyanımı sonlandırmak istiyorum.

Ben, bir yandan beni “Allah her şeyi affeder ama kul hakkını affetmez, kimsenin hakkını yeme” diye büyüten inançlı anne tarafımın, bir yandan da Ağır Ceza Hâkimi babasının, vicdanından başka kimsenin sözünü dinlememesiyle sonsuz gurur duyan, kendi de kırk küsur yıllık kamu hizmetinde namusundan bir gram ödün vermemiş avukat babamın bana sundukları ahlaki evrende büyüdüm.

Hak yememek, haksızlığı görmezden gelmemek, içinde bulunduğun konumu kendi çıkarım için kullanmayıp kamu yararına hareket etmek, dünya görüşüm ne olursa olsun onlardan miras alıp benimsediğim ilkeler oldu.

Alnı açık, onurlu bir insan olarak yaşamanın hayatta hiçbir maddi kazanç ya da statüye değişilemeyeceğini yine onlardan öğrendim. Bu metne imza atarken de onurlu bir insan ve akademisyen olmanın gereğini yapabilmekten başka bir gayem yoktu.

Kırk bir yaşındayım, çocukluğum 12 Eylül döneminde, gençliğim doksanlarda geçti. Bu dönemlerin ağır havası içinde, özgür bir toplumda, barış içinde, kaynaklarını savaşa değil eğitime, sağlığa, kültür ve bilime, barınma ve çevreye harcayan bir devletin vatandaşı olarak yaşamanın hayalini kurdum.

Bir gün kanın, şiddetin, nefretin, hukuksuzlukların, hak ihlallerinin, faili meçhullerin ve baskının olmadığı; kimsenin kimliğinden, inancından, sınıfından ya da cinsiyetinden ötürü kendini dışlanmış, aşağılanmış hissetmeyeceği adil bir ülkeye kavuşacağımızı umdum.

Kürt sorununun salt askeri araçlarla değil, siyasetle, diyalog ve müzakere ile çözülme yoluna gidilmesi, barışın ilk kez bir olanak olarak önümüzde olması, sürecin taşıdığı her türlü eksiklik ve sorunlara rağmen, birçokları gibi benim açımdan da oldukça sevinç uyandıran bir durumdu.

Müzakere masasının bir anda devrilmesi ve ardından ortamın giderek gerilerek şiddet taraftarlarının arzu edeceği şekilde silahların konuşmaya başlaması, ülkemizin önündeki çok değerli ve belki bir daha bulamayacağımız bir barış imkanını yitirme riskini taşıyordu.

Silahsız, ölümsüz ve barış vaadinin verdiği mutlulukla geçen zamanların ardından, bu kez eskisinden de yoğun, kör, insani ve siyasi bedelleri çok ağır bir çatışma sürecine girdiğimizi gördüm.

Henüz kırk yılın yaralarının nasıl sarılacağının, bireysel ve kolektif travmaların nasıl tamir edileceğinin cevabını bulamamışken, aralanan barış penceresinin yaydığı ince ama güçlü ışığın da söndürülerek, pencerenin kapatılmasından ve kendimizi eskisinden de karanlık bir yerde bulmaktan ötürü dehşete kapıldım.

Barış olanağı, hayatın, kardeşliğin, özgürlüğün, sevginin, sevinçli ve aydınlık günlerin onaylanmasıyken; ona erişme imkanını yitirmek bana kendimi kaprisli ve kendi hırslarının esiri olmuş tanrıların insafına kalmış bir ölümlü gibi çaresiz ve haksızlığa uğramış hissettirdi.

İki ateş arasında kalıp evinden barkından olan ailelere; ilaçsız, hastanesiz kalan hasta ve yaralılara; susuz, ekmeksiz, okulsuz, oyunsuz ve korku içinde kalan çocuklara; karınlarında bebekleriyle evlerinin merdiveninde öldürülen kadınlara; cenazesi kınalanıp buzluklarda saklanan yavrulara nasıl üzüleceğimi şaşırdım.

Bütün bunlar karşısında elimden hiçbir şey gelmemesi beni kahrımdan öldürecek gibiydi. Yarın bir gün bu çatışmalar bittiğinde, olup biteni öylece izlemiş olan bizlerin, nasıl olup da annesi gözünün önünde, evinin merdiveninde öldürülmüş olan o çocuğun gözünün içine bakabileceğimizi düşündüm, cevabını bulamadım.

Bu ülkenin yoksul ve gariban gençlerinin bir kırk yıl daha ellerine silah verilip, ömürlerinin baharında kara toprakla buluşacak olduklarını düşünmeye; ölümün hüküm sürdüğü, ölmenin ve öldürmenin kutsandığı, sıradanlaştığı ve sorgulanmadığı bir coğrafyaya mahkûm edilmemize katlanamadım.

İnsanın ve tüm canlıların hayatını mucizevi bir hazine olarak görüyorum. Yaşam, insana öldüğü ana kadar kendini, evreni ve varoluşu keşfedecek, değişecek, dönüşecek, kendini gerçekleştirecek imkanlar sunuyor.

Ve ömür dediğimiz bu kıymetli yolculuğu herkesin doğal sonuna kadar sürdürme hakkına yürekten inanıyorum. Savaş ve şiddet, her şeyden önce yaşamı ve yaşamın imkanlarını inkâr etmek, var olmanın bize sunduğu hazinelerin bazılarımızın elinden hoyratça alınmasını meşrulaştırmaktır.

Ölenlere şehit de desek, cenazelerini bayrağa da sarsak, bu o gencecik bedenlerin içindeki cevherin zamansızca ve acımasızca söndürülmüş olduğu gerçeğini, ölenlerin sevenlerinin dünyasının daraldığını, eksildiğini, hiç geçmeyecek bir yoksunlukla malul olduğunu değiştirmez.

O nedenle şiddetten, savaştan, ölümden, öldürmeden mümkün mertebe kaçınılmasını, savaş ve çatışmanın getireceği yıkımı engellemek için devletin elindeki tüm imkanları kullanması gerektiğini düşünüyorum. Bildiriyi de bu saiklerle imzaladım.

Yaşanan hak ihlallerinden devletin haberi olsun ve üzerine gitsin, daha da önemlisi barışı tesis etmek görevini üstlensin ve bunu sağlamak için elinden geleni ardına koymasın diye devlete çağrı yaptım. Ben bu devletin vatandaşıyım, vergimi devlete ödüyorum, bu devletin kurallarına bağlıyım ve bu devletin bana tanıdığı hakları kullanabiliyorum. Başka kime çağrı yapabilirdim?

Yıllardır hapishaneler üzerine çalışıyorum, okuyorum, yazıyorum ve saha araştırmaları yapıyorum. Burada uzun uzun onları anlatacak değilim, ama şiddete ve suça karışmış insanların geçmişlerinde şiddetin bizzat mağduru olduklarını; dışarıdaki hayatlarında ve hapis edildikleri dönemde onları öfkelendiren ve şiddete sevk eden önemli bir unsurun varlıklarının, sevgiye ve saygıya değer olduklarının inkâr edildiğini hissetmeleri olduğunu gördüm.

Şiddetle mücadelenin yolunun şiddetten değil saygıdan, sevgiden ve merhametten geçtiğini gösterdi bana bu deneyimler. Şiddet sarmalından çıkmanın yollarını aramanın ve bunları uygulamak için uğraş vermeninse devletin ve hepimizin görevi olduğuna inanıyorum.

Benim bu metinle ilişkimi belirleyen şiddeti tırmandırma isteği değil, tam tersine şiddeti toplumsal hayatımızın belirleyici unsuru olmaktan çıkarma arzusudur.

Sözlerimi burada noktalarken, hakkımdaki suçlamaları kabul etmediğimi ve beraatimi talep ettiğimi belirtmek isterim.

(SD/TP)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/198897-secil-doguc-un-beyani