‘Otoriterleşmenin Önünde Baraj Oluşturmalıyız’

Yazar / Referans: 
Nevin Cerav, Yeni Yaşam Gazetesi
Tarih: 
22.05.2020

Tarihteki salgın hastalıklar bugüne de ışık tutuyor. ‘Dayanışmayı güçlendirmeliyiz’ diyen Sosyoloji Doçenti Cem Özatalay, tarihten verdiği örneklerle burjuvazinin, sistemin salgınları nasıl kendi lehine kullandığını anlattı.

Nevin Cerav

Türkiye’de koronavirüs salgınında henüz ilk dalga atlatılmadan ‘normalleşme’ ad altında salgın öncesi döneme geçişle ilgili hazırlıklar başlatıldı. Hatta başta AVM’ler olmak üzere kapalı olan bazı iş kolları faaliyete geçirildi bile. Son verilere göre, işsizlik ve yoksulluk en yüksek seviyelere ulaştı. Toplumun dayanışmayla ayakta kalmaya çabaladığı bu travmatik günler nereye evrilecek, yarınlar nasıl olacak? İnsanların bu dönemde yaşadığı hak kayıpları, güvensizlik ve adaletsizlikler onları daha özgürlükçü ve daha yaşanılır bir dünyaya yöneltecek mi? Sosyoloji Doçenti Cem Özatalay gazetemize verdiği söyleşide tarihteki salgınları, sonuçlarını, bugün yaşananları ve daha pek çok detayı değerlendirdi.

Tükiye’de 11 Mart’ta ilan edilen salgın sürecini, yönetimini ve alınan kararları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de pandemi süreci resmi olarak geç başladı. Dünyadaki ülkelerde farklı stratejiler izlendi salgınla ilgili ama herhalde en başarısız olanı İngiltere’nin sürü bağışıklığı stratejisiydi. Bir de Çin gibi tamamen kapanma, karantinaya alma tutumları söz konusu oldu. Türkiye sanki ara bir yol tutturmaya çalıştı ve bana kalırsa bu sürü bağışıklığına yakın bir yöntem. Hükümet 65 yaş üstünü ve iş gücüne henüz katılmamış gençleri eve kapattı. Liberal mantıkla, birazcık darvinist diyebileceğimiz İngiltere’nin de o sürü bağışıklığı sisteminde, o paradigma içinde hareket ettiğini düşünüyorum Türkiye’nin. Birazcık devlet şöyle bir politika izliyor; musluğu biraz açıp kötüye gidince yeniden biraz kapatıyor. Bu süreci bu şekilde yönetmeye çalışacaklar. Bilim Kurulu’ndan birinin demecini okudum, diyor ki; ‘Çin, Güney Kore ilk dalgayı atlattı, ikinci dalgadan endişe ediyorlar ama Türkiye daha ilk dalgayı atlatmış değil.’ Evet, birinci dalgayı biraz hafiflettik diye düşünmek lazım, bunun nereye gideceği çok belli değil. Bunun ciddi toplumsal sonuçlarının olduğunu da biliyoruz.

İktidarın aldığı önlemleri hangi çerçeveye sığdırabiliriz peki?

Birincisi, şu çok net ortaya çıkıyor; Türkiye’de salgınla mücadelede hükümetin, devletin temel aldığı strateji sermaye birikimi sürecini mümkün olduğu kadar az sekteye uğratmak. Mesela dikkat ederseniz, arka planda ‘Çin’in kaybettiklerini biz kazanabiliriz’ söylemi var hep. Bir de batıyla Çin arasında bir gerilimin tırmanması söz konusu Covit-19 salgını üzerinden. Belli ki iki kutuplu dünya bu salgından sonra biraz Çin, batı kapitalizmleri eksenli kurulmaya dönecek. Bir de bütün popülist rejimlerle full otoriter rejimler arasında şöyle bir fark var; Çin’in yeniden oy almak, seçilmek gibi bir derdi ve kaygısı yok. O yüzden küt diye bütün bir kenti karantina altına alabiliyor ve olaya daha merkezi bir biçimde müdahale edebiliyor. Ama bizim ülkede, Amerika’da keza öyle, Trump’ın bütün politikasının başkanlık seçimine yönelik olduğunu biliyoruz. Hem Tayyip Erdoğan hem Trump, istihdam yaratmak gibi parametreler üzerinden iktidarlarını sürekli kılmaya çalışan liderler. Bütün popülist liderlerdeki ortak özelliktir bu. Ama popülizmin full otoriterlikten farkı oy derdi olması. Yani insanlar, esnaf vs. battığı takdirde o oyu tekrar alamayacağı endişesi ağır basıyor ve bu tür iktidarların tamamen kamu sağlığını düşünerek karar alması o nedenle bence mümkün değil. Dolaysıyla önümüzdeki süreçte de varlığını koruyacağı anlamına geliyor bu ikircikli politikanın.

Bu ikircikli politikalar nasıl sonuçlara yol açabilir?

Salgın hastalıklar toplumlarda var olan eşitsizlik ve tahakküm ilişkilerini çıplak gözle görünür hale getiriyor. Aynı durumun Covit-19 salgınında da olduğunu görebiliyoruz. Özellikle mavi yakalıların ya da vasıfsız hizmet sektörü çalışanlarının bu süreçte kendilerini koruyabilecek herhangi bir güçten, kaynaktan yoksun olduklarını gördük. Ayrıca herkesin kendini kapatması da aynı şekilde olmadı bu süreçte. Karantina kelimesi, ilk olarak tarihte 15. 16. yüzyıldan sonra Avrupa’yı etkisi altına alan veba salgınında ortaya çıkıyor. Karantina uygulaması ilk olduğu zaman dönemin zenginleri, aristokratları ve burjuvaları da hemen kırsaldaki malikanelerine çekiliyor. Şehirlerde küçük evlerde yaşamak zorunda kalanlar, yani yine işçiler, yoksullar çok zor şartlarda yaşıyor.

Salgın sürecinde kadınlar nasıl zararlar gördü?

Özellikle önemli toplumsal sorunlardan biri de bu salgın krizinin yükünün daha çok kadınların üzerine yıkılmış olması. İsrail’de yapılan bir araştırmaya göre pandemi döneminde işini kaybeden kadınların oranı erkeklere göre yüzde 28 oranında daha fazla. Amerika’da da benzeri sayılar çıkıyor. Yanı sıra bu dönemde evlerde 65 yaş üstünün olması, çocukların da eve kapatılmasıyla birlikte, kadınların hem iş kaybı yaşayıp hem eve dönmesi ile ev bir anda kadının üzerine daha fazla kaldı. Çocukların, gençlerin ve yaşlıların eve kapatıldığı bu dönemde ataerkil aile ilişkilerinin de tekrar güncellenip güçlendirildiğini görüyoruz ve bu da büyük ağırlıkla kadının üzerine çöktü. Devletin üstlenmesi gereken sosyal devlete özgü görevlerin kadınlara yüklenmesiyle sonuçlanan bir süreçle karşı karşıya kaldık. Medya jargonuyla söylüyorum, yeni normale geçişle birlikte erkekler yine daha çok çalışmaya başlayacak ama okullar, çocuklar için başka alanlar olmadığı için bir tercih yapıldığında yine o ataerkillik devreye girecek ve kadınlar yine evde bu işleri yapmak zorunda bırakılacak. Bir yandan da dünyada ve Türkiye’de de feminist hareketin bunun farkında olduğunu biliyoruz. Sanıyorum mücadele ekseni daha çok bu gündeme kilitlenecek.

Sağlık Bakanı salgının haritasını yayınladı, inceleyebildiniz mi?

Evet, haritaya baktığımızda Güngören, Bağcılar, Bahçelievler ve Esenler gibi bölgelerin üzerinin koyu kırmızı olduğunu görüyoruz. Bu bölgelerde virüsün daha çok görülme nedeni nüfus yoğunluğu olarak açıklanıyor ama tek başına nüfus yoğunluğu bence yetersiz. Aynı zamanda nüfusun sınıfsal olarak ayrışmasıyla paralel bir gelişim seyri gösteriyor. Mesela Nişantaşı ve çevresine bir göz atma şansım oldu. Cumhuriyet Caddesi vardır, Harbiye’den uzanır Mecidiyeköy’e kadar gider. O caddenin sahil kesimi, yani Beşiktaş’a doğru olan Nişantaşı, Maçka tarafı, ki oldukça varlıklı kesirlerin, orta üst sınıfın yaşadığı bir bölgedir, o bölgeye baktığımızda haritanın açık renk olduğunu görüyoruz. Ama Cumhuriyet Caddesi’nin öte tarafına baktığımızda, yani Feriköy, Kurtuluş, Dolapdere hattına girdiğimizde, Tarlabaşı’na kadar uzatabiliriz, buralarda yine Covit-19 vaka sayılarının inanılmaz derecede arttığını görüyoruz. Oralarda kimler oturuyor diye baktığımızda da hem sınıfsal hem de etnik yapıların iç içe geçtiği çıkıyor ortaya. Oralarda daha dezavantajlı gruplar, işte göçmenler, Kürtler otururken daha varlıklı olan kesimler öbür tarafta yaşıyor. Sınıfsal çelişkilerle sınıfsal eşitsizliklerin etnik, ırksal, sınıfsal, toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikler çok daha net bir şekilde salgın hastalıkla birlikte ortaya çıkıyor.

‘Sosyal devletiz’ diyen ülkeler dahi bu salgın sürecinde sınıfta kaldı…

‘Sosyal’ kavramı tarihsel olarak 19. yüzyılda ortaya çıkmış bir kavram ve aslında bir sosyal problem tanımı olarak kullanılmış. İnsanların ortak değerlerden ve devletten uzaklaşmasıyla ortaya çıkan, toplumsal çözülme diyebileceğimiz bir durumun ifadesi olmuş. ‘Her koyun kendi bacağından asılır’ şeklinde bir ortam, eşitsizlikler inanılmaz artmış, sanayileşme var, gelir eşitsizlikleri var vs. bir ortamda ilk kez sosyal kelimesi icat edilmiş. Sonrasında ise sosyal devlet de bu probleme çözüm bulmak için geliştiriliyor. Sosyal kavramı insanlar arasındaki bu çözülme eğilimlerini ortadan kaldırmaya ya da azaltmaya dönük politikaları içeren, onlara gönderme yapan bir kavram. Robert Castel diye artık hayatta olmayan sevdiğim bir sosyolog var, diyor ki; ‘Bazı toplumlar sosyalsiz toplumlardır.’ Yani o anlamda kurumları pek yoktur demek istiyor. Neoliberal dönüşüm sürecinden sonra, özellikle 20. yüzyılda, bu tür sosyal yapılar büyük oranda oluşturuldu. En azından kapitalist rejimler bunu ayakta kalabilmek için önemli gördü ve geliştirdi. Tabii ayrıca yoksulların, işçi sınıfının, ezilenlerin mücadelesi ile de şekillendi o kurumlar. ‘Toplum diye bir şey yoktur’ Margaret Thatcher’ın söylemiydi ve bütün bu söylemlerle sosyal kurumlar yavaş yavaş tasfiye edilmeye başlandı. Şimdi rakamlara baktığımızda oradaki ölüm rakamları, hastalığın yayılma oranları, hastanelerin yetersizliği en aleni olarak oralarda ortaya çıkıyor. Sosyal devletin olduğu yerlerde ise durum daha kontrol edilebilir durumda. Bence bu virüsün yol açtığı olumlu taraflardan birisi. Yani sosyal kurumların olmamasının ne gibi faciaları yol açacağını görme şansımız oldu.

Covit-19’un laboratuvarda üretildiğine dair bir ısrar var. Bu tür teorilere neden sarılıyor insanlar?

Böyle düşünmeye çalışan bir eğilim var evet. Bu sadece Türkiye’de de değil dünyada da yaygın bir eğilim. Yok Çin yaptı yok Amerika yaptı, işte bunun arkasında ilaç tekelleri var şeklinde. Şunu anlatayım öncelikle; vahşi hayvan yenme hikayesi1960’larda Çin’de bir kıtlıkla başlıyor ve o kıtlıkla baş edebilmek için devlet bir adım atıyor. İki şey yapılıyor, büyükbaş hayvan çiftlikleri kuruluyor ve yeterli olmayınca küçükbaş hayvancılık yapan insanlara da bir alan açılıyor. Daha doğrusu büyükbaş hayvancılığı devlet tekelleştiriyor, her zaman o küçük üreticiye esneklik tanınıyor. Onlar da bu vahşi hayvan işine giriyorlar. Kıtlıkla mücadele etme açısından yapılıyor bu yani. Yoksa tarihsel olarak Çin toplumu bu hayvanları yiyor değil. Sonra para kazandıkça daha çok satıyorlar ve bunun böyle bir piyasası oluşuyor. İkincisi ise bakir orman alanlarının tarım çiftliklerine dönüştürülmesi. Vahşi hayvanlar da doğal olarak şehirlere girmeye başlıyor aç kalmamak için. Yani birbirini tetikleyen bir durum oluştu. Doğal olan her şeyi, hayvanları kendi kazancı için kullanan bir sistem var. Biz de bunun bedelini ödüyoruz. Bütün bunlara rağmen buna komplo teorisi derseniz sorumluluğu başkasına atmış oluyorsunuz. İnsan yaşadıklarının sorumluluğunu üzerine almadığı zaman komplo teorilerine de meyilli oluyor. Sorunları hep dışsallaştırarak ne hayatında bir değişikliğe gitmek istiyor ne de sürece müdahale etme gereği duyuyor.

Sosyal mesafe, izole olmak gibi terimler girdi hayatımıza. Doğru kullanılıyor mu sizce bu terimler?

Toplumsal mesafelenmenin ortaya çıkarıldığı dönemler oluyor ya da meşrulaştırıldığı dönemler. Mesela cüzzam hastalığı Avrupa’yı etkisi altına aldığında, cüzzamlıların sokağa çıkmaması ve lanetli ilan edilmesi durumu, o dönemin kilisesinin aslında kendisinin toplumdaki tahakkümünü kurması için kullanılmıştır. Dini kurumların kendini toplumda hakim kılmak ya da etkinliğini arttırabilmek için bu tür durumları kullanabildiğini biliyoruz. Şimdi de otoriter rejimlerin bu salgını Çinlilere yüklemesi, mal etmesi eskiden cüzzamlılara yapılanlarla aynı şey aslında. Cüzzamı tanrının bir belası olarak tanımlayıp cüzzam olanların özellikle seçildiğini söyleyen bir din kurumunun tutumundan çok da bir farkı yok. Tabii bunun bir işlevi oluyor iktidarlar açısından. Keza daha sonra yaşanan birçok salgına baktığımızda toplumsal mesafenin çok kurumsallaştığını görüyoruz. Toplumsal kapitalist düzene, sisteme geçiş olarak da düşünebiliriz bunu. Bunun en temel gündelik hayattaki ifadelerinden birisinin mesafelenme olduğunu söyleyebiliriz. İnsanların kendi bedenlerine, diğer insanların bedenlerine görünmez bir duvar çekmesi ve bunun kurumsallaştırılması. Bu süreçte sosyal mesafe bizim çok kullandığımız bir terim, insanlar birbirlerinden uzaklaşıyor.

Sarılmanın, öpüşmenin ve el sıkışmanın önemli olduğu bir ülke olan Türkiye’ye, birbirine mesafelenme kuralı çok zor geldi…

Evet ama bizim bugün mesafeli bulduğumuz Avrupalılar da 16.-17. yüzyıla gelene kadar böyle değillermiş. Bir yazar, günümüzdeki bir restoranla o dönemin hanında yemek yeme ortamını karşılaştırıyor ve orada insanların ortak bir tabaktan elleriyle yemek yemelerine, ağızdan ağıza dolaşan bir kaseden su ya da şarap içmelerine vurgu yapıyor. Bugün kullandığımız anlamda bir hijyen kuralının olmadığını ve bunun yüzyıllar boyunca bu şekilde sürdüğünü söylüyor. Bugünkü restoranlarda işte tabak, çanak, bıçak kullanılması, masaların aralarında mesafe olması, ayrıştırılması aslında modern kapitalist toplumun doğuşuyla alakalı bir süreç. Mesela ilk çatal kullanımı Venedik’te bir sarayda gerçekleşiyor, soyluların kullandığı bir şey çatal. Bunu tamamen halktan kendilerini ayırmak için yapıyorlar, herhangi bir hijyen bilgisi, sağlık göndermesi falan yok. Bedensel ayrışmanın tamamen kentleşme ile birlikte arttığı söyleniyor, ilk önce ticaret kentleri kuruluyor, daha sonra sanayileşme oldukça da büyük köylerden göç oluyor. İşte o noktada burjuvalar, imtiyazlı kesimler, aristokratlar kendilerini sıradan hayattan ayrıştırmak için çeşitli mesafelenme kuralları getiriyor ve bunu ‘adabı muaşeret kuralları’ diyerek empoze ediyorlar. Özellikle 19. yüzyılda yaşanan kolera salgınının mesafelenme sürecinin kurumsallaştırılmasında da ayrı bir işlevi olduğu söyleniyor. Türkiye’de de bunun olmaya başladığını görüyoruz.

Salgınla birlikte birçok kazanımını kaybeden toplum bu süreçte neler yapabilir? Sonrasında nasıl ayakta kalabilir?

Bu mesafeli olma halimiz bizim aramızdaki dayanışmayı azaltacak mı? Bununla nasıl baş etmeliyiz? Belki üzerine kafa yormamız gereken sorular bunlar. Sosyal mesafeyi aşmadan da bir arada olmak gibi bir çözüme doğru gitmeliyiz. Aslında sosyal mesafe kavramını da kullanmamak gerekiyor, fiziki mesafe demek lazım. Çünkü eğer biz o mesafelenme sürecinde sosyal anlamda, toplumsal anlamda da mesafelenirsek bu sürecin sonu rejimlerin daha otoriterleşmeye geçtiği, bireylerin daha kontrol edilebildiği ve haklarımızın, kaynakların paylaşımının çok eşitsiz olduğu bir tabloyla karşı karşıya kalabiliriz. Bana kalırsa bu dönemde kesinlikle fiziki mesafeye önem göstermekle birlikte aramızdaki sosyal mesafeyi nasıl kapatacağımızın yol ve yöntemleri üzerine kafa yormamız gerekiyor. Bunu yaparsak daha başka bir geleceğe, daha başka bir yarına doğru ilerleyebiliriz. Toplumun çoğunluğunu oluşturan çalışanların, kadınların, LGBTİ+’ların, hepimizin aramızdaki dayanışmayı güçlendirerek, bu süreci sistemin teşhiri yolunda, alternatifin yolunda değerlendirmemiz gerekiyor. Bunu otoriterleşmenin önünde baraj oluşturmak için de yapmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Cem Özatalay kimdir?

Cem Özatalay, 2002’den bu yana Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim elemanı olarak çalışıyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat Bölümünde lisans eğitimini tamamladıktan sonra, Marmara Üniversitesi Fransızca Siyaset ve Sosyal Bilimler bölümünde yüksek lisans derecesini aldı. 2010’da Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de (EHESS-Sosyal Bilimlerde İleri Araştırmalar Okulu) Türkiye’de işçi sınıfının neoliberal kapitalizm altında dönüşümlerini konu alan teziyle sosyoloji doktoru oldu. 2015 yılından bu yana sosyoloji doçenti olan Özatalay, çeşitli araştırmalar yürütüp makaleler, kitap bölümleri yayımladı. 11 Ocak 2016’da yayımlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin imzacılarından olan ve Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıp beraat eden Cem Özatalay, Eğitim-Sen ve Birarada Derneği’nin üyesidir. 2017 Sonbaharı’nda Fransa’da Picardie Jules Verne Üniversitesi’ndeki CURAPP-ESS’te ve 2018-2019 akademik yılında da ABD’de The New School for Social Research bünyesinde konuk araştırmacı olarak bulundu.

Kaynak: http://yeniyasamgazetesi1.com/otoriterlesmenin-onunde-baraj-olusturmaliyiz/