Avrupa Adalardaki Bütünleme Sınavından da Kaldı

Yazar / Referans: 
Begüm Başdaş, Gazete Duvar
Tarih: 
02.03.2020

Bir haftadır yok saymakta herkesin söz birliği ettiği tek konu var, o da mültecilerin “ben buradayım” demekten, hayata tutunma mücadelesinden ve iradesinden vazgeçmedikleri gerçeği. Avrupa, mültecilerin ve hayatta kalmak için verdikleri mücadelenin dönüştürücü gücünü görmezlikten geldiği, hatta bir tehdit olarak tanımladığı için, mülteciler meselesinde demokrasi sınavını yine yeniden geçemedi.

Son günlerde yaşanan krizlerin tamamı, 2016 Mart’ında Avrupa Birliği ve Türkiye arasında yapılan mutabakatın doğal sonucu. Ki bu mutabakat, Avrupa’nın mülteci dersinden girdiği final sınavıydı ve başarısız oldu. Esas sorun, Avrupa’nın kendi rahatı bozulmasın diye sınırlarında güvenli hayat talep eden insanlar için somut bir çözüm getirmeyecek olan bir pazarlığa oturması ve “göç krizi” olarak tanımladığı durumu dışsallaştırarak günü kurtarmaya çalışması. Yunanistan’da ve Türkiye’de yaşayan sığınmacılara yönelik politikaların içerdiği belirsizlik bizi bugün tanıklık ettiğimiz açmaza mutlaka getirecekti. Dahası, belki de en kötüsünü henüz görmedik. Dört yıl önceki anlaşmanın da ana aktörlerinden biri olan Merkel, Avrupa’nın, kendi sınırında kötü bir görüntü vermemesi için hem Yunanistan’la hem Türkiye’yle konuşuyor ama görünen o ki, üstlendiği arabuluculuk işlevi sonuç vermiyor. Çünkü bu mesele Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkilerle ilgili değil. Sorun mülteci ve sığınmacıları bu iki ülkede tutmak isteyen Avrupa Birliği’nin kendisini de esir alan korku politikalarıyla ilgili. Avrupa toplumunun, mülteciler konusunda sorumluluk paylaşmaktan kaçınması ve yükselen mülteci karşıtı sağ politikaların önünü kesmedeki yetersizliği, sığınmacıların iki sınır arasında koz olarak sıkıştırılmasına izin veriyor.

Son birkaç gündür Türkiye’de yaşananları herkes yakından izledi. Türkiye, Suriye’de savaşın başladığı tarihten itibaren göreceli olarak sığınmacılara kapılarını açtı, ama bu süreçte ülke içinde ortak bir yaşam alanı kurma konusunda isteksizdi ve başarısız oldu. Türkiye’nin çıkışlara bir süre de olsa izin vermesi, daha iyi bir gelecek hayali kuran sığınmacıların Avrupa’ya geçmeleri anlamına gelmedi. Aksine sınırlar arasında bir insani krizin daha ortaya çıkmasına neden oldu.

AB üyesi olmasına rağmen tek başına sınır muhafızlığı görevini yüklenen Yunanistan ise hala ekonomik krizden çıkabilmiş değil ve ülkesinde bulunan mülteci ve sığınmacıların koşullarının yönetilmesi konusunda çok yetersiz. Temmuz’da hükümeti kuran Yeni Demokrasi Partisi, ilk günden itibaren açıkça mülteci karşıtı politikalar üretiyor ve aşırı sağ grupların da bundan beslenmesini sağlıyor. Yasadışı girişlere asla izin vermeyeceğini söyleyen Miçotakis, bir önceki gün yaptığı açıklamada Türkiye’den gelen sığınmacıları potansiyel korona virüsü taşıyıcısı olarak tanımlamıştı. Miçotakis, sığınmacılara açık bir mesaj yollayarak, “kaçakçılara boşuna para verip adalara gelmeyin, çünkü yolculuğunuz burada bitecek ve geri gönderileceksiniz” demişti.

Türkiye’nin, sınırları fiilen sığınmacıların geçişine açtığını ve binlerce insanın Avrupa’ya gittiğini duyurması, her iki cümlesinden biri “sınır güvenliği” olan Yeni Demokrasi hükümetinin savunduğu agresif sınır politikalarını meşrulaştıran zemini tamamladı. Oysa Yunanistan kaynakları, sığınmacıların sınır yolculuğuna ilişkin görüntülerin paylaşıldığı gün, 500 kadar sığınmacının ulaştığını bildirdi.

18 Mart’ta, 2016’da AB-Türkiye arasında yapılan mutabakatın dördüncü yılı dolacak. Avrupa’nın çözümünü sürekli ertelediği göç politikalarının sonuçları ise bugün sınırlarda olanların yanı sıra, Yunanistan adalarında kontrol edilemeyen olaylar ve hızla yükselen mülteci karşıtı politikalar olarak karşımıza çıkıyor.

KOMŞUDA ‘YENİ DEMOKRASİ’ (!)

Yunanistan’da Yeni Demokrasi Partisi’nin tek başına hükümete gelmesinin ardından uyguladığı göç karşıtı güvenlik söylemi ve politikaları, yepyeni bir “demokrasi” (!) sürecini de başlattı. Hükümetin göç politikası birkaç hedefe dayanıyor: sınır güvenliğinin artırılması ve geçişlerin engellenmesi ile sığınma başvuru süreçlerinin hızlandırılarak uluslararası korunma hakkı olmadığına karar verilenlerin bir an evvel Türkiye’ye geri gönderilmesi. Yeni Demokrasi Hükümeti’ni, kapalı kamplar konusunda kendi halkına saldıracak kadar ısrarcı kılan beklenti, bu merkezlerin, geri göndermeleri hızlandıracak olması.

Halka inat, hatta halka karşı durarak yine halkı koruduğunu iddia eden hükümet, hafta başında bir gemi dolusu çevik kuvvet polisini ve güvenlik araçlarını Midilli ve Sakız adalarına gönderdi. Çıkan çatışmalarda çevik kuvvet akıl almaz orantısızlıkla ve keyfilikle saldırdı. Yunanistan’da polis şiddeti olağanlaşmış ve çoğu zaman da cezasız kalan bir vakıa. Fakat bu hafta polislerin adalarda sivil kıyafetleriyle sokaktaki insanlara ve arabalara saldıracak kadar pervasızlaşması, Yunanistan için bir ilk. Miçotakis olaylardan sonra şiddeti önemsizleştirerek ada halkına “bunlar boşuna çaba, kapalı kampların inşası konusunda kararlıyız” diyerek tanıdık bir yerden “yeni demokrasi” (!) sürecinde gaza bastı.

Pazartesi akşamı çevik kuvvet polisleri ve askeri araçlar çıkartma yaparcasına sıra halinde yolcu gemisinden indikleri andan itibaren üç gün boyunca ada halkları ile çatıştılar. Kent merkezinde genel grev ilan ederek protesto eylemleri düzenleyen yerel halkın yürüyüşüne göreceli olarak az müdahale edilse de barikatlar kurarak adanın farklı noktalarında polisi ve inşaat araçlarını engellemek isteyen halka karşı sınırsız biber gazı, tazyikli su ve fiziksel şiddet kullanıldı. Çevik kuvvet, son kullanma tarihi 1981 olan biber gazlarını tüketmeye çalışırcasına yoğun bir şekilde her yeri duman içinde bıraktı.

Adalardaki eylemlerden paylaşılan videolar şiddetin yalnız korkunç değil absürt olduğunu da gösteriyor. Şehirden gelip ağaçların arasında koşturan çevik kuvvet, önüne gelen her yere biber gazı attığı için ormanlık alanda ufak yangınlar çıktı. Bir yandan kavga ederken öte yandan ayakları ile yangını durdurmaya çalışan eylemci ve polislerin görüntüsüne insan gülsün mü ağlasın mı bilemiyor. Polisler muhtemelen yerel halkın bu kadar dirayetli olacağını beklemiyordu ki, öfkesini elinin altına gelen araçların camlarını parçalayarak ve insanları tehdit ederek çıkardı. Tabii, bu süreçte birçok kişi ağır saldırıya uğradı ve yaralandı. Son akşam iki adada da yerel halk polisleri dinlendikleri yerlere kadar takip ettiler. Midilli’de ve Sakız’da yerel halk polislerin kaldığı yapılara saldırdı. Bu arada hükümete bağlı ERT televizyon kanalı, adalardaki çatışmalara ilişkin haberleri sansürledi. Yerel halk, üçüncü günün sonunda çevik kuvvet polisinin Atina’ya geri çağrılmasını zafer olarak görse de belli ki, bu hikâye burada bitmeyecek.

Yerel halklarla hükümet arasındaki gerginlik, kapalı kampların somut bir şekilde hotspot adalarında (2016’da yapılan mutabakatla sığınmacıların tutulduğu beş Ege adası) yapılacağının ortaya çıkması ile yükselmeye başlamıştı. 2016 AB-Türkiye mutabakatından beri Midilli, Sakız ve Samos gibi adalardaki sığınmacılara getirilen coğrafi sınırlama yüzünden bu adalar kapasitelerinin üstünde bir sorumluluk üstlendi. Sayılar arttıkça Moria, Vial ve Vathy kamplarının korkunç koşulları doğal olarak yerel halkı da olumsuz yönde etkilemeye başladı. Bu sorunların acil bir şekilde çözülmesi için seçilen hükümet ise yöntem olarak adaları cezaevine dönüştürecek olan kapalı kamp planları ile ortaya çıkınca ada halkının sabrı taştı. Haftalarca süren görüşmeler ve yerel toplantıların sonunda yerel halkı ikna edemeyen hükümetin adalara çevik kuvvet polislerini göndermesi, durumu daha da kötüleştirdi.

Polis, Şubat başında Midilli’de “Lesvos halkı özür dileriz” ve “Moria cehennem” diyerek eylem yapan ve özgürlük talep eden sığınmacılara da aynı şekilde saldırmıştı. Fakat hükümet ve polisler, sokaktaki “sıradan yurttaşlara” da olağanüstü bir şiddetle muamele edince yer yerinden oynadı.

KAPALI KAMPLARIN İŞLEVİ: TÜRKİYE’YE GERİ GÖNDERMEK 

Kapalı kamplar, Yeni Demokrasi Partisi’nin seçim kampanyası vaatleri ve hükümeti kurduktan sonra da göç programında bulunuyordu. Adalardaki yoğunluğun kontrol altına alınması ve Yunanistan için uluslararası utanç haline gelen halihazırdaki kampların koşullarının “iyileştirilmesi” için sunulan çözüm kapalı kamplardı. AB’nin bu yıl için planlan bütçesinde bu merkezlerin yapılması için bir pay ayrılmamasına rağmen, Miçotakis inşaatların başlaması için elinden geleni yapıyor.

Kampların esas amacı sığınmacıların başvuru süreçlerinde adalarda kalmasını sağlayarak hızlı bir şekilde Türkiye’ye geri gönderilmesi. Çünkü bu mutabakatta getirilen coğrafi sınırlamaya göre, anakaraya transfer edilen sığınmacılar Türkiye’ye geri gönderilemezler. Bu nedenle adalara ulaşan mültecilerin büyük bir çoğunluğu sığınma başvuruları değerlendirilene kadar adalardan anakaraya geçemiyor.

Hükümet giriş ve çıkışlara kart sistemi ile izin verilecek olan bu kamplarda, sığınmacılara tüm hizmetlerin tam olarak sunulması için gereken her ayrıntının planlandığını söylüyor. Kapalı kampların koşulları ne kadar iyi olursa olsun, bu plan, sığınmacıların hareket özgürlüğünün engellenmesini ve çocukların gözaltı koşullarında tutulmasını da içeriyor. Yunanistan’ın ekonomik gücünü ve insan kaynaklarını göz önünde bulundurduğumuzda, inşa edilecek dört duvar arasında kalan insanların başta sağlık olmak üzere, eğitim ve hukuki destek gibi temel haklardan mahrum kalacağından emin olabiliriz. Neticede bu kamplar, sığınmacıların kötü koşullarda tutuldukları geri gönderme merkezleri olacak. İnsan hakları örgütleri, Moria gibi göreceli açık kamplara bile gözlem ve raporlama için girme izni alamazken, bu yeni kamplar olası hak ihlallerini daha da görünmez kılacak. 2009’da Midilli’deki Pagani gözaltı merkezinde yaşanan şiddet, bunun ne denli mümkün olduğunu gösteriyor. Dahası, Moria’da yaşananlar da karanlık geleceğin habercisi.

Hotspot adalarında toplam 45 bin sığınmacı sıkışıp kalmış durumda. Hali hazırdaki kamplarda sağlık, eğitim, temiz su ve gıda gibi temel ihtiyaçlara erişim olmadığı için devletin sunması gereken bu hizmetleri STK’lar sağlamaya çalışıyor. Bedensel ve ruhsal sağlıklarını neredeyse tümüyle yitirmiş olan sığınmacıların cezaevi gibi kapalı merkezlere taşınması ile STK’ların da erişiminin azalacağını biliyoruz. Ayrıca, Yunanistan “yeni demokrasi” (!) uygulamalarında özellikle sığınmacı ve mültecilerle dayanışan örgütlerin çalışmalarına yeni kısıtlamalar getirirken, halk arasında uluslararası yardım kuruluşlarına karşı şüpheci yaklaşımları da STK düşmanlığına dönüştürebilecek sorumsuzlukta bir söylem üretiyor.

AŞIRI SAĞCILARIN EKMEĞİNDEKİ YAĞ

Miçotakis geçen hafta yaptığı açıklamada adalarda bulunan ve Türkiye’den gelen sığınmacıların Yunanistan için kamu sağlığı tehdidi yarattığını söyledi. Korona virüsünün Avrupa’da yaşayan insanları bugüne kadar etkilediği yerlere baktığımızda, bunun herhangi bir şekilde göç ile alakası olmadığını görüyoruz. Miçotakis, buna rağmen kamplar, düzensiz göç ve korona virüsü arasında açık bir bağlantı kurdu. Türkiye üzerinden gelecek sığınmacıların korona taşıyıcısı olmaları durumunda, bunun tüm Yunanistan için tehlike oluşturacağını söyleyerek, kampların en etkili çözüm yolu olduğu konusundaki ısrarını sürdürdü. Korona virüsünün sığınmacılar aracılığıyla ülkeye taşınacağı paniği, mülteci karşıtı sağ gruplar arasında da kabul gördü. Türkiye’nin kapıları açtığına dair haberlere, sosyal medyadaki “korona geliyor” yorumları eşlik etti.

Sakız, Samos ve Midilli adalarında kapalı kamplar tartışması devam ederken, yerel halk Ocak’ta genel grev çağrısı yaptı ve “adalarımızı ve hayatımızı geri istiyoruz” sloganı ile binlerce insanın katıldığı bir eylem düzenledi. Eylemlerde yapılan konuşmalarda arada sırada insan hayatının korunması gerektiği vurgulandı ise de, çoğunlukla “mülteciler yüzünden hastanede hizmet alamıyoruz” gibi mülteci karşıtı önyargılar havada uçuştu. Halk bu eylemden sonra özellikle Moria Kampı yakınlarındaki Moria Köyü’nde sokak nöbetlerine başladı. Yoldan geçen sığınmacıları ve STK çalışanlarını taciz etti. Hatta bazı insanların araçlarına da zarar verildiği öğrenildi.

Geçen hafta çevik kuvvetin saldırıları sırasında eylemlere genel olarak sadece yerel halktan Yunanistan yurttaşları katıldı ama tablo biraz karışıktı. Şehir merkezi dışında bulunan Moria Kampı’na gidip gelen otobüsler durdurulduğu için sığınmacıların şehirle ilişkileri kesildi. Sığınmacılar ve onlarla dayanışma içinde olan gönüllülerin çoğu hem korku duydukları hem de eylemi düzenleyen bazı insanların mülteci karşıtı söylemlerinden dolayı eylemlere katılmadı. Çünkü artık gündelik hayatta aşırı sağcı grupların neredeyse şehir içinde de insanlara saldırmaya başladığı konuşuluyor.

Protestolar sırasında polisle çatışan gruplar arasındaki siyasi farklılıklardan dolayı zaman zaman yaşanan gerginliklerde, bir grup diğerini “faşist” olmakla suçluyor ama bir yandan da polise karşı hep bir ağızdan “faşistler dışarı!” diye bağırıyorlardı. Bütün bunlar olurken, Avrupa Sığınma Destek Ofisi açık olduğu fakat otobüs çalışmayınca görüşmesini kaçırdığı için sınır dışı riski olanlar da dahil olmak üzere, 22 bin sığınmacı, üç bin kişi için yapılmış Moria Kampı koşullarında çamaşır yıkayarak temiz kalmaya ya da açık alanda voleybol oynayarak umut etmeye çalışıyor, direniyordu.

Avrupa kendi demokrasisini mültecilerin umutlarından, hayatta kalma arzu ve iradesinden korumaya çalıştıkça sınırlarını yükseltmeye yöneldi. Bu mültecileri ve tüm dünyayı Avrupa demokrasisinden hayal kırıklığına uğrattı. Ama 2016’da Türkiye ile yaptığı mutabakatla final sınavından kalan Avrupa, kendi içinde sağın yükselişine ve ortak değerlerinin yıprandığı bir politik hummaya da yakalandı. Şimdi bütün bunlara bir de korona virüsü ve Türkiye-Yunanistan sınırında yaşananlarla yüzleşme zorunluluğu eklendi. Yaşanan son kriz, Avrupa’nın bütünlemeye çalışma zahmetinde de bulunmadığını gösterdi. Hakikaten şimdi Avrupa için, başını eline yaslayıp “ben kimim, ne olmak istiyorum” diye düşünme zamanı.

Begüm Başdaş*

*Dr. Berlin Humboldt Üniversitesi

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/03/02/avrupa-adalardaki-butunl...