İhraç Edilen Akademisyen Hakan Koçak: Aşağıda Fokurdamalar Var

Yazar / Referans: 
Filiz Gazi, Gazete Duvar
Tarih: 
11.01.2020

KHK ile Kocaeli Üniversitesi’nden ihraç edilen Hakan Koçak "Kapitalizm, iş gücünden başka satacak bir şeyi olmayan, geçinmek için çalışmaya mahkum olan bir insanlar yığınına dönüştürdü insanlığı. Bizim gibi ülkelerde 2000’li yılların özeti de budur: Proleterleşme süreci" diyor. İnsanın en bireysel anı gibi görünen intiharın bile bir sosyal vaka olduğuna dikkat çeken Koçak sendikal hareketle ilgili gözlemini de şöyle anlatıyor. Sendikacılar, aşağıdan gelen dalgayı iyi koklarlar. Birbirleriyle yan yana gelemeyecek sendikalar yan yana geliyor. Tabandan gelen talepler var. Çünkü aşağıdan fokurdamalar var."

Filiz Gazi  fgazi@gazeteduvar.com.tr

DUVAR – “Kapitalizm, her türlü kolektifliği, birlikteliği dağıttı. İnsanlar, birey olarak iş gücü piyasasının içine battı. Yani iş gücünden başka satacak bir şeyi olmayan, geçinmek için çalışmaya mahkum olan bir insanlar yığınına dönüştürdü insanlığı. Dünyada neredeyse bu süreç tamamlandı. Müthiş bir proleterleşme yaşandı. Bu aşağı yukarı yüz yılda yapıldı. Dehşet bir süreç. Bizim gibi ülkelerde 2000’li yılların özeti de budur: ‘Proleterleşme süreci’”

Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu Hakan Koçak aynı bölümde yüksek lisans yaptı. Doktorasını, Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü’nde “Paşabahçe Semtinde İşçi Sınıfının Oluşumu, Cam İşçi Hareketinin Gelişimi ve Yönelimleri” başlıklı tez çalışması ile 2009 yılında tamamladı.

Petrol-İş Sendikası’nda eğitim ve örgütlenme servislerinde görev aldı. DİSK-AR Danışma Meclisi, Türkiye Sınıf Araştırmaları Merkezi gibi oluşumlarda sınıf araştırmaları çalışmalarına destek sundu. ‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisini imzaladığı için ‘terör örgütü propagandası’ iddiasıyla 1 Eylül 2016 tarihinde yayınlanan KHK ile Kocaeli Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü’nden ihraç edildi.

Koçak’la, dinmeyen yağmurlu, fırtınalı bir günde Kadıköy’de buluştuk. Yardımlaşma ağlarını, ‘hard kapitalizme’ karşı yeni örgütlenmeler geliştirilip geliştirilemeyeceğini, emek hareketi açısından Türkiye’nin nerede olduğunu, “Depresyon değil kapitalizm öldürür” diyen bir duvar yazısının ne anlam ifade ettiğini, kim yoksul kim değil konusunda niye kavga edildiğini ve daha pek çok şeyi konuştuk.

Sibel Ünli intiharı sonrası kimi isimler ihtiyacı olanlara yardım edebileceği çağrılarında bulundu. Bu yardım etme taleplerini eleştirenler oldu. Sosyal devletin sorumlulukları hatırlatıldı ve benzer yardımların kalıcı çözüm olmadıkları yazıldı çizildi. Diğer yandan devlet hiç yapmayabilir. O halde nasıl olmalı?

Ben de hayırseverlik kampanyalarına eleştirel bakanlardanım. Devletin sosyal karakterinin zayıflamasıyla hayırseverlik her tarafı sarmış durumda. Sosyal hak bilincinin ne kadar zayıfladığını gösteriyor bu. Bu tür kampanyaların iyi niyetinden şüphem yok ama sonuçta söz ettiğimiz kendi kendilerini idare edemeyen, bize muhtaç sokak hayvanları değil. Adeta öyle bir şeye indirgendi gençler. “Zavallı gençler, onlara yardım edelim” algısı bir kere doğru değil. Orada paternalist bir yaklaşım da var. Ben bunun sınıfsal bir tepki olduğunu da düşünüyorum. Yani orta sınıf, kentli kesimlerde bir yandan bu sistemi böyle sürdürmek, sorgulamamak ama o sistemin en altına düşenlerin yardımına koşmak, destek olmak…

‘DAYANIŞMACI DEĞİL HİMAYECİ İLİŞKİ VAR’

Vicdan rahatlatma gibi mi?

İdeolojinize göre değişiyor. Eğer İslamcıysa sevap kazandığını düşünüyor. İdeolojik olarak bu yardımı yapması gerektiğini düşünen ise bunu bir tür rejime, AKP’ye karşı seferberlik gibi görüyor. Naçizane benim yüksek lisans tezim de bu meseleydi. Sınıf dayanışması üzerine çalışmıştım. Günlük dilde iki ayrı kavram var: Himayecilik ve dayanışma. Himayecilik tek taraflı olandır. Birinin öbürüne yardımının, desteğinin bağlılık yarattığı bir ilişki biçimi doğurur. Dayanışma ise bir eşitlik, karşılılık ilişkisidir. Örneğin, İslami kesimin dayanışmacı ilişkiler yoluyla geliştiği söylendi hep. Hayır, orada dayanışmacı değil himayeci ilişki var. Bu coğrafyada himayeci ilişkiler geleneksel olarak da çok yaygındır. Siyasette de keza. “Bana oy verirsen sana imkanlar sunarım” türü patronaj ilişkileri… Çalışma hayatında da çok derin kökleri vardır. Hemşehrileri çalıştırmak, ‘yediğiniz kaba mı ediyorsunuz’ diye onların örgütlenmelerine karşı çıkmak vb…

Neyin öne çıkarılması gerekiyor?

Burada eş zamanlı olarak öne çıkması gereken iki şey var: İlki, devlete karşı talebi yükseltmek. Bu bir anayasal hak. İkincisi, eş zamanlı dayanışma ağları geliştirmek. Öğrencilerin, yerel yönetimlerin, sendikaların içinde olduğu dayanışmacı modellerle gündelik dayanışmayı örmek gerekiyor.

‘DAHA DA VAHŞİLEŞEN NEOLİBERALİZMLE KARŞI KARŞIYAYIZ’

Hayatımızın tüm detaylarına sirayet eden kavramlar var. Neoliberalizm, kapitalizm, siber zorbalık, tüketim toplumu gibi… Bunlara karşı yeni örgütlenme modelleri mi düşünmek gerekiyor?

Aslında bu saydığınız kavramlar, tanımlar yeni değil. Hiçbir şey yeni değil bir yanıyla. Kapitalizm gelişim seyri içinde hem bizde hem bizden daha önce geliştiği coğrafyalarda sisteme karşı o kadar çok model, yöntem denendi ki… Yepyeni bir şey bulacağımızı düşünmüyorum. Bence neoliberalizm dediğimiz şey zaten tam da bunları unutturan bir şey. 70’lerden itibaren, kapitalizmin; emekçi sınıfın, aşağıdakilerin -adına ne dersek- geleneklerini, örgütlenme modellerini hafızalardan silmeye çalıştığı bir evredeyiz. Yine de çok güçlü kooperatifçilik hareketleri, dayanışma biçimleri var. Daha bugün bir haber vardı. İspanya’da dayanışma ekonomileri, kentteki istihdamının yüzde 8’ine erişmiş. Hindistan’da SEWA (Kayıtdışı sektörlerde çalışan kadın işçilerin sendikal kuruluşu olan Serbest Çalışan Kadınlar Örgütü. -F.G.) gibi örgütlenmeler var. Milyonlarca kadını destekliyor. Latin Amerika’da öteden beri çok güçlü kooperatifçilik hareketleri var.

Fakat bir yandan baş edilemiyor…

Artık daha talancı, vahşileşen, faşizanlaşan bir neoliberalizmle karşı karşıyayız. Yeni adı daha konulmadı.

Hard kapitalizm… 

Sol içinde de güçlü bir tartışmadır. Mesela Owencilik… (Robert Owen bir fabrikanın patronu iken sosyalist olmuş, işçilerin sendikalaşmalarını sağlamıştır. Satın aldığı köyde kendi düşüncelerine uygun bir toplum kurmaya çalışmıştır. -F.G.) Yani kendi kendine kooperatifler, dayanışma modelleriyle bir tür kapitalizm içinde kapitalizmden arınmış adalar yaratmak. Fabrikalarda, yerel birimlerde kapitalist ilişkilerin geçerli olmadığı bir yaşam kurmak. Sonradan buna ütopik sosyalizm dendi. Çok iyi niyetlerle, olağanüstü özverilerle kurulan adacıkları yuttu ya da silikleştirdi kapitalizm.

‘HAYIRSEVERLİK YAPARKEN BİR YANDAN VERGİ VERİYORUZ’

Ya da kendisine entegre etti.

Evet. Kapitalizmin çok türlü araçları var. En sert biçimlerden en yumuşak biçimlere kadar o kadar çok şeyi kendine eklemledi ki… Çiçek çocukları düşünün. Orada da nahif bir kapitalizm eleştirisi vardı. Buna karşı panzehir olarak uzak doğu dinleri, felsefesi kullanıldı. Gündelik yaşamda dayanışma ağlarıyla ayakta durmamız gerekiyor ama onların sınırlarını da bilerek. Yani o dayanışma biçimlerinin bizi nereye kadar götüreceğini bilerek, bölüşüm ve üretim ilişkilerine müdahale etmeyi unutmayarak. Çünkü biz bir yandan hayırseverlik kampanyaları açarken bir yandan vergi veriyoruz. Bu vergilerin nereye harcandığıyla ilgilenmeyecek miyiz? Verdiğimiz vergilerden o çocukları döven polislerin maaşlarını da veriyoruz mesela.

Hayata geçirilmesi imkansız sivil itaatsizlik eylemleri hep akılda ama dediğim gibi zor. Örneğin gazetecilerin haber yapmayı bırakması, vatandaşların elektrik faturası ödememesi gibi… Milyonlarca insanın olana bitene dair sizce bir fikri var mı?

Şöyle anlatayım… Bizde bütçe teknik, birtakım bürokratlara ait bir şeymiş gibi, mecliste birkaç hafta konuşulan bir konuymuş gibi düşünülür. Oysa dertlerimizin hepsinin arkasında bu var. Bırakın üniversiteyi, ilkokula çocuğunu yazdıran veli belki hayatı boyunca bütçeyi hiç sorgulamıyor ama okul aile birliği odaya çağırıyor ve önüne bir fatura koyuyor. İşte orada başlıyor aslında.

Neoliberalizm dönüşüm ilişkilerini apolitikleştirmeyi başardı. Oysaki doğrudan bizim günlük hayatımızı etkiliyor. Örneğin son olaylara konu olan şeyler. Öğrencilerin sosyal haklarını destekleyecek kamu harcamaları politik konulardır. Şu anda kamu fonlarından müteahhitlerin, şirketlerin beslendiği düşünülürse buraya hiç müdahale etmemek şapşallık değil mi? Ben o paraları vermeye devam edeceğim, ondan sonra da onların nasıl kullanıldığıyla ilgili hiç konuşmayacağım. Sonra cebimden yine para verip, öğrencileri destekleyeceğim ya da başkalarını. Bu bir tür apolitikliktir.

‘MİLYONLARIN CAN YAKAN SORUNU, POLİTİKANIN EN AZ TARTIŞILAN KONUSU’

Bu bilince erişen yurttaş henüz Türkiye’de yok….

Politika tek tek bireylerin bilinçleriyle belirlenmiyor. Örgütlü güçlerle yapılıyor. Türkiye’nin örgütlü güçleri maalesef bu konuları yeterince politikleştirmedi. Şöyle ilginç bir tezat var: Milyonların can yakıcı sorunları politikanın en az tartışılan konusu durumunda. Onun yerine kayıkçı dövüşleri yapılıyor. Veya son dönemin favorisi bir takım fantastik projeler konuşuluyor. Bu konularda Meclis’e önerge veriyor vekiller ama güçlü bir biçimde siyasete damgasını vuracak kadar gündeme gelemiyor. Örneğin, bir 1960’lar, 1970’ler Türkiye’sinde kadar hatta 80’ler, 90’ların ilk yarısında olabileceği kadar bile konu olmuyor. 2000’li yıllarda egemenlerin başardığı şey bu. Bütün bu konular adeta politikanın dışında konular haline getirildi. Düşünsenize, koskoca işsizlik sigortası fonu kuşa çevrildi ve bu konu değil. Türkiye’yi yakıp kavuran işsizlik için o fon gümbür gümbür masalara vurularak konu edilmeliydi.

AK Parti’nin neoliberal politikalarını dünyada uygulanan politikalardan ayıran şeyler var mı? Belki bir sebep bu olabilir…

Buraya özgü olan şey, devletin bölüşüm ilişkilerinde daha belirleyici oluşu. Hem emekçilerle sermaye arasında hem de sermaye içi fraksiyonların ilişkilerine çok daha güçlü biçimde müdahale ediyor. AKP, yerel yönetimleri ve güdümlü sivil toplum örgütlerini kullanarak bağımlılık yaratan ilişkiler kurdu. Az önce konuştuğumuz hayırseverlikte olduğu gibi. Dağıtılan yardımlar dernekler aracılığıyla yapıldı. Birçoğu dava konusu da oldu. Deniz Feneri Derneği, ENSAR Vakfı gibi… İstanbul Belediye Seçimleri sonrası aslında bu dediğim şeyin bir kısmı ortaya çıktı. Bütçede eğitime ayrılan pay 50 iken onu 20’ye indiriyorsunuz. Yurttaş olarak kamusal eğitimden yararlanamaz hale geliyorsunuz. Çocuğunuzu okula vereceksiniz, okul yok. Bir vakıf karşınıza çıkıyor ve diyor ki, ben size yardım ederim. Burs veririm, yurt veririm… Peki bu değirmenin suyu nereden geliyor? Bir bakıyorsunuz o size yardım ederim diyen vakfın yararlandığı şey de aslında kamusal fon. O koca koca yurtların önemlice bir kısmının arsasını belediye vermiş ya da valilik. Bu bildiklerimiz. Bilmediklerimiz kim bilir neler var. Burada güçlü bir şekilde uygulanan model bu. Devlet şirketleşti, şirketler devletleşti. Zaten bu açıkça söylendi. “Türkiye’yi şirket gibi yönetmek istiyoruz” diye. AKP’de en çok sevdiğim şey açık sözlü oluşları. AKP’ye bazı şeyler vehmedildi, bana tuhaf geliyor. “İşte yoksulların yanındaydılar, değiştiler” falan diye. Hiç öyle değillerdi. Başından beri çok net bir şekilde sermaye taraftarıydılar ve bunu her yerde söylediler.

İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrencilerin yapmış olduğu yemek protestosu sonuç verdi. Üniversite geri adım attı ama bunda genç bir kadının intiharının da etkisi oldu. Türkiye’de son dönemde ısrarlı mücadelenin sonuç verdiği neredeyse birkaç örnek var. Şu şartlar altında etki yaratmanın bedelleri değişmiş olabilir mi?

Şu anda yoksulların, emekçilerin intiharları adeta politikleşmiş bir tür feda eylemine de dönüştü. O niyetle yapılmayan ama sonuçları o olan. Israrlı taleplerin karşılığı var. Bunu işsizlik sigortası için pekâlâ sendikalar da yapabilirdi. Milyonluk mitingler yapamasanız bile etkili olunabilir. Öğrenciler de yüz bin kişi dökmedi Beyazıt Meydanı’na… Ana akım sendikaların yetmezlikleri, basiretsizlikleri ve hatta onların da apolitikleşmiş olması bunda etken. Şunu da unuttu bu toplumun hafızası: Bu ülkede 1980, 1990’lı yıllarda bütçe dediğimiz şeye karşı on binlerce insanın katıldığı mitingler yapılıyordu. 90’ların ortalarına kadar bunlar çok sıktı. 1991’de Ocak ayında genel grev yapıldı. Hem de Türk- İş’in öncülüğünde… Tam şu içinde bulunduğumuz günler yıldönümü mesela.

‘SERMAYEDEN BAĞIMSIZ OLMADIKÇA SAHİCİ SENDİKACILIK YAPAMAZSINIZ’

Şimdilerde emek hareketi açısından Türkiye nerede?

Tek Parti dönemi, İkinci Dünya Savaşı evresini saymazsanız, Cumhuriyet tarihinde en zayıf olduğu dönem diyebilirim. Emek hareketinin çeperleri kıpır kıpır… Sayısız direniş sürüyor. Müthiş bir dinamizm var. Fakat büyük gövde anlamında en geri dönemdeyiz. Ana akım sendikalardan söz ediyorum. Başta TÜRK-İŞ (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu) olmak üzere.

Devlete entegre oldukları için…

Evet, tabii ki. En baş sebep bu. Bir tür korporatist yapı oluştu. Daha önce görece daha zayıf olan bir sendika olan HAK- İŞ (Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu) operasyonlarla güçlendirildi. Buna karşılık TÜRK-İŞ, göreli olarak güçsüzleşti. DİSK’in (Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) gelişme imkanları zaten öteden beri sınırlıydı. Bugün de öyle. Dolayısıyla üç işçi konfederasyonu açısından durum böyle.

Kamu çalışanları açısından ise daha da felaket. OHAL’le Memur-Sen (Memur Sendikaları Konfederasyonu) zorunlu üyelik yapılan bir konfederasyona dönüştürüldü. Sendikaların temel özelliği bağımsız olmalarıydı. Devletten, sermayeden bağımsız olmadıkça sahici bir sendikacılık yapma imkanınız yok. Nitekim olmuyor, olamıyor. Korkuyorlar. Birçok sendikacının çok ciddi zaafları var. Bunları iktidar da biliyor.

Zaaf derken ne kast ediyorsunuz?

Yolsuzluklar var. Sendika fonlarından aldıkları ücretler var. Uzunca bir dönem toplu iş sözleşmelerinde yetki barajı vardı. Aslında çoğu bu barajı geçemiyordu. Enformel uzlaşıyla barajın altında kalmış olmasına rağmen yetki süresi uzatılıyordu. Bir kısmı kamuda örgütlüler ve kamuda örgütlü olmak demek hükumetle arayı bozmama isteği demektir. Yine sendikacıların önemli bir kısmının politik angajmanları var. TÜRK- İŞ Genel Başkanı, AKP’nin kurucularından örneğin. Başka birçok TÜRK-İŞ’e bağlı sendika için de geçerli bu. HAK- İŞ zaten tümden öyle. Dolayısıyla bu konfederasyonlar üyelerinin karşılarına şunu koyuyorlar: Mücadeleyle değil, AKP ile iyi ilişkilerimiz yoluyla size bazı haklar, imkanlar sağlarız. Göreli refah dönemlerinde belki bu işliyordu ama şimdiki gibi krizin derinleştiği dönemlerde bu çok işlemez hale geldi.

‘SENDİKACILAR AŞAĞIDAN GELEN DALGAYI İYİ KOKLARLAR’

Sendikalar değiştirilip, dönüştürülebilir mi? Söylediklerinizden anladığım, sendikaları da kırmak, aşmak gerekiyor.

Şimdi ise bağımsız sendikalar kuruluyor. Öte yandan mücadeleci gelenekleri olan sendikalar var. Örnek Petrol-İş. Şu an Gebze’de grev yürütüyor. Bundan bir yıl önce Flormar direnişini yürüttü.

Sendikacıları küçümsemeyin. İyi koku alırlar. Aşağıdan gelen dalgayı iyi koklarlar. Sendikalar böyle bir aşağıdan gelen basınç varsa içerden de değiştirilip, dönüştürülebilir. 1990’lı yıllara dönecek olursak, 12 Eylül darbesi sonrası sendikalar çok ciddi bir şekilde zayıflamıştı. Fakat 1987’den sonra toparlanıldı. 1989 yılı bahar aylarında ise büyük bir çıkış yaşandı. Az önce andığım 1991 genel grevi de onun bir anlamda zirvesiydi. Yine o günlerde Zonguldak maden işçilerinin Ankara’ya yürüyüşü gerçekleşti. Bu bahsettiğim süreçte öne çıkan sendikalar TÜRK-İŞ’indi. O zaman DİSK’in faaliyetleri durdurulmuştu. Kamu çalışanları ise yeni yeni toparlanıyordu. Dolayısıyla ana gövde TÜRK-İŞ’ti.

Daha bugün sabah saatlerinde (7 Ocak), TÜRK-İŞ’e bağlı Türk- Metal, DİSK’e bağlı Birleşik-Metal, HAK-İŞ’e bağlı Öz-Çelik Sendikası ortak bir basın toplantısı düzenledi. Birbirleriyle yan yana gelemeyecek sendikalar yan yana geliyor. Tabandan gelen talepler var. Çünkü aşağıdan fokurdamalar var. Her zaman magmaya bakmak gerek. Özellikle konu işçi sınıfı ise. Bizim alanın üstatlarından Harry Braverman, “İşçi sınıfını sivil polislere ve işçi örgütlenmecilerine soracaksın” der. Cafelerde, birahanelerde, kahvelerde olurlar. “Metal fırtına bir anda patladı. Nasıl oldu?” deniliyor. Hayır, hiçbir şey bir anda değil. Organize sanayilerde, fabrikalarda köstebekler var. Yıllarca sabırla kazarlar. Sabırla örgütlerler. Bir iş yerine yıllarınızı verirsiniz. İnsanlarla buluşursunuz. Onlar sayesinde tohumlar ekiliyor.

‘2000’li YILLARIN ÖZETİ: PROLETERLEŞTİRME SÜRECİ’

Örgütlü, politik insanlardan konuştuk. Diğer yandan tutunamayan milyonlarca insan var. “Depresyon değil kapitalizm öldürür” diyen bir duvar yazısı alıntılanıyor genelde. Köylerde ya da ne bileyim Ortaçağ’da ya da geçmişte bir zaman diliminde depresyona giren insanlar kafamda canlanamıyor. En çok da bugüne ait bir şey. Ne yaşıyoruz biz?

Sosyolojide ilk ne okutulur? Durkheim, onun intihar çalışması. Aslında sosyolojinin temel tezi belki de şudur: İnsanın en bireysel anı gibi görünen şeyin bile aslında bireysel olmadığı. İntiharın da bir sosyal vaka olduğu.

Konuşmanın başında iktisadi, bölüşüm ilişkilerini konuştuk ama kapitalizm o demek değil sadece. Bu da başka bir indirgemeci yaklaşım. Kapitalizm daha derinlikli bir sistem. Dolaylı etkileri var. Bu konular da yeni değil. Frankfurt Okulu, 68 hareketinde Herbert Marcuse falan bunları tartışıyordu. Görece refah seviyesinin iyi olduğu dönemlerde bile o disiplin toplumunun, tüketim toplumunun yarattığı yabancılaşma, bireyselleşme konuşuluyordu. Şimdi ise bireyselleşmenin ötesinde yeni bir şey daha eklendi: Bu bireyselleşmenin giderek vahşileşmesi.

İkinci olarak kapitalizm, her türlü kolektifliği, birlikteliği dağıttı. Dediğiniz gibi loncaları, köy topluluklarını dağıttı. İnsanlar, birey olarak iş gücü piyasasının içine battı. Yani iş gücünden başka satacak bir şeyi olmayan, geçinmek için çalışmaya mahkum olan bir insanlar yığınına dönüştürdü insanlığı. Dünyada neredeyse bu süreç tamamlandı. Müthiş bir proleterleşme yaşandı. Bu aşağı yukarı 100 yılda yapıldı. Dehşet bir süreç. Bizim gibi ülkelerde 2000’li yılların özeti de budur: “Proleterleşme süreci.” Son 15 yılda ise bunlar çok hızlı yaşandı. Bir zamanlar Deniyordu ki; bizim gecekondu mahallelerimiz Hindistan’ın, Latin Amerikan’ın teneke mahallelerine benzemez. Burada Sema Erder’i anmak isterim. O kent yoksulluğunun oluşumuna ilk dikkat çekenlerdendi. Varoşlarda farklı tür haneler olduğunu söyledi. Bunlardan bir tanesi de gerçekten bu ağların dışında kalan haneler. Kim bu haneler? Örneğin engelli olanlar, boşanmış tek yaşayan kadınlar, Kürt illerinden toplu göçle gelenler insanlar. Bu ilişki ağlarının dışında kalanlar kentlerin yoksul grubunu oluşturdular.

‘DEPRESYON TANISI, HALK SAĞLIĞI MESELESİ’

Depresyon da sağlık piyasasında yerini almış olabilir mi?

Şöyle anlatayım… Tut ki, tanınız kondu. Tıbbi anlamda depresyondasınız… Bunlar çok ciddi, tedavi edilmesi gereken şeyler. Nasıl olacak? Kamu fonları azalmış. Devlet hastanesinde bir doktor size beş dakikadan fazla bakmıyor. Onu mu suçlayacaksınız? Onun üzerinde de performans baskısı var. Hepsi birbirine bağlı. Tedavi olmanız mümkün değil. O zaman nereye geliyor: “Al şu ilacı, içiver.” Kaldı ki, ilaç çözüm olmayabilir. Bu konuyla ilgili danışmanlar, bilimsel olmayan tonlarca şey de metalaşmış durumda. Sahici bilimsel tedaviye ulaşmanız da zor. Eriştiniz diyelim, onun maddi imkanlarını yaratmanız zor. Dolayısıyla cebinde şu kadar vardı, telefonun markası şuydu gibi şeylere indirgenebilecek bir şey değil.

Diğer taraftan tıbbi anlamda depresyon tanısı bir halk sağlığı meselesi. Bizim Kocaeli Üniversitesi’nde Halk Sağlığı Anabilim Dalı bölümünden ihraç edilen hocalarımız arasında Onur Hamzaoğlu, Özlem Özkan, Nilay Etiler hocalar vardı. Onlar mesela yaptıkları araştırmalarla bu konuya dikkat çektiler. Kanser var ama niye var? Halk sağlıkçıları ısrarla işaret ediyorlar. Bacalardan o duman çıkıyorsa, sularda şu varsa bu tür vakalar artar. “Bu işin köküne inin” diyor halk sağlığı. Köküne indiğinizde de tıp bilimin sınırlarını aşan başka şeyler konuşmanız lazım, ‘sağlığın ekonomi politiği’ denen şey… Belli zamanlarda, belli toplumsal gruplarda artış gösteriyorsa bunların iktisadi, sosyal sebepleri var. Bunlarla hiç uğraşmaksızın ortaya çıkan tekil sonuçlara uğraşmak da kapitalizmin işine geliyor. Zaten onu istiyor. Kapitalizm hastalık sever. Bunların her biri metalaştırılabilen şeylerdir. Hastalıklara ilişkin muazzam bir sektör var. 2000’li yılların bir diğer özeti de bu değil mi? Sayısız özel hastane, şehir hastaneleri, özel bir takım rehabilitasyon kurumları…

‘KİŞİLİĞİNLE KENDİNİ PAZARLAMAK, VAR ETMEK ZORUNDASIN’

Sosyal medyada göstere göstere yaşama gibi yeni alışkanlıklar insanları daha da yormuş olabilir mi?

Bu kadar yabancılaşmış ilişkiler varken, sosyal medya bunları daha da vahşi de kıldı. Çok uzaktaki bir insanı taciz edebiliyorsunuz mesela. Öte yandan Geçen Ebru Pektaş arkadaşımız da yazdı. Çok güçlü bir vurgu var: “Sevmediğin işte çalışma, sevdiğin şeyleri yap, sen özelsin, mükemmelsin, sen başarabilirsin.” Gurular var bu konuda. Kitapçılara gidin, rafların yarısını kaplıyor kişisel gelişim kitapları. Hobilerinle, fiziğinle, yaptıklarınla daha da ötesi kişiliğinle kendini pazarlamak, var etmek zorundasın. Eğer o işlerde tutunamıyorsan belli ki sen yapamamışsın. Bütün bunlar birleşiyor. Belki de en çok gençleri etkiliyor. Nitekim kendini öldüren Sibel de öyle yazmış: “Gidecek yerim yok yaşanmaya değer bir hayatım da.”

Kapitalizm paradoksal bir şey yapıyor. Gençlere bir yandan “sen çok özelsin” diyor ama bir yandan aslında vermedikleriyle “sen hiçbir şeysin” de diyor. Onlarda beklentiyi müthiş yükseltiyor ve o oranda da derin bir hayal kırıklığı yaratıyor sonra. Mesela, üniversite öğrenciliği bir tür bohemliktir. Bir flanörlük, uçuşkanlık; kentte gezersiniz, para pul önemli değildir. Hayatın hayhuyuna dalmadan önce geçirilen hoş bir evredir. Bizim dönemimizde böyle bir şeydi. Şarabımızı içiyorduk, şiirler okuyorduk, geçim işlerini pek de takmıyorduk. Çok nahifti bugünden bakıldığında. 2000’li yıllara kadar ortalama bir öğrenci basit bir işle karnını uzunca bir süre doyurabilirdi. Şimdi metalaşma çok daha derinleşti, eğitimin maliyeti arttı, geçim imkanları daraldı ve dayanışma zayıfladı. Sonuçta o bohem öğrenciliğin yerini de endişeli, çoğu çalışmak durumunda olan öğrenciler aldı.

‘İNTİHARI ETİK OLARAK KİŞİNİN YAŞAMI ÜZERİNDEN TARTIŞAMAYIZ’

Kim yoksul, kim değil konusunda netlik niye sağlanamıyor?

İş öyle bir yere geldi ki. “Eee niye intihar etti kardeşim? Yoksul değilmiş ki zaten!” Dediğim gibi kapitalizm derinliği olan bir sistem. İndirgemeci, basit çıkarımlarla konuşmak doğru değil. Yarattığı yoksulluğu da daha derinlikli kavramak gerek. Yoksulluğun iki tanımı var. Mutlak yoksulluk ve göreli yoksulluk. Mutlak yoksullukta belirli bir kriter belirlenir. Günlük bir doların altında geçinmek zorunda kalan şu kadar milyon insan veyahut bizdeki gibi bir ailenin geçinme sınırı falan…

Asıl daha öne çıkan göreli yoksulluk yani bir toplumun ortalama yaşam standardını sağlayan şeylerden yoksun olmak. İşte bilmem ne marka telefonu varmış… İyi ama bugün akıllı telefona sahip olmak bir ortalama. Ortalama olanın altına düşmek, bir anlamda statü kaybetmek demek. Bunun yarattığı ruhsal tahribat çok başka. Hatta abartarak söyleyeyim, mutlak yoksulluktan daha bile kötü olabilir etkileri itibariyle kimi zaman. Çünkü mutlak yoksullukta kabullenirsiniz ve yoksulluk kültürü denen şeyin içinde devinirsiniz.

Diğer yandan kapitalizmin sonuçlarının tezahürleri her bireyde farklı olur. Herkesin geçmişi, aile öyküsü farklı. Dolayısıyla intiharı etik olarak kişinin yaşamı üzerinden tartışamayız. Aksi takdirde insanların mahremine gireriz. Bilmemiz gereken şey bahsettiğimiz imkanlara ne kadar erişebiliyordu?

‘AKADEMİSYENLER, PUAN TOPLAYICILARDIR’

“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalamanız sebebiyle, “Terör örgütü propagandası” iddiasıyla Kocaeli Üniversitesi’nden ihraç edildiniz. “Barış Akademisyenleri” ne gelmeden bu soruyu sormak istiyorum. Parasız eğitim, “faşizme karşı omuz omuza” ve daha pek çok slogan kendimi bildim bileli var. Akademisyenlerin toplumsal meselelere hemhal olduğunu düşünüyor musunuz? Ya da bugüne kadar öğrencilerle yan yana gelmemeleri bugüne gelinmesindeki nedenlerden biri olabilir mi?

Bu konuda akademisyenleri defolu buluyorum. Akademisyenlik son derece rekabetçi bir ortam. Akademisyenler, puan toplayıcılardır. Makale yazayım, konferanslara gideyim, sunumlar yapayım… Elde kağıt kalem sürekli puan hesaplanır. Ben alaylıyım. Sonradan içine girince gördüm, şaşırdım. Bu kadarını beklemiyordum. Bölümüm olan Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri’nin ana cevheri sosyal politika meseleleri idi. Derslerde sendika, sosyal hak anlatıyordunuz. Eeee, sonra… Sendikanın eylemine geliyor musun? Hayır. Şu metne imza atmıyor musun? Metin dediğimiz, akademisyenlerin özlük haklarına ilişkin… Hayır. O kadar çok “Rektör’e gideceğim” cümlesini duydum ki… Sıradan akademisyen niye rektöre gitsin ki? Çünkü bir takım işleriniz var. Kadro durumu, şu bu… Yani akademisyen de işini kişisel ilişkilerle çözme peşinde…

Ama yine de tüm akademisyenler için geçerli değil tabi bunlar. Kocaeli Üniversitesi’nde ortak eylemler yaptık mesela öğrencilerimizle. Örneğin öğrencilerimizin polis şiddetine uğradığı bir olay sonrası ortak bir yürüyüşümüz olmuştu. Özellikle Eğitim-Sen’li (Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası) akademisyenlerin öğrencilerle dayanışma içinde olduğunu söylemek lazım. Söylemezsek haksızlık olur.

Bir akademisyenden eylemci, aktivist olmayı beklemeyebilirsiniz ama belli kırmızı çizgiler, prensipler olmalı. Bunun köklerini 12 Eylül’e kadar götürebiliriz. 12 Eylül’de darbeciler şöyle algıladılar: Bazı zararlı odaklar var. Bunlardan bir tanesi sendikalar, bir tanesi de üniversiteler. Hem yaptıkları yasal düzenlemelerle hem de yarattıkları atmosferle bu sistemi daha o zaman kurdular. Sonra gelen merkez sağ, merkez sol hükümetler, koalisyonlar en son AKP de bu yapıyı asla dönüştürmedi. Hepsinin de işine geldi. Üniversitelerin ideolojik aygıt olarak her zaman muhafazakar iktidarlarca önemi var. Toplumu belirlemek istediğinizde üniversitelere bir rol veriyorsunuz.

Akademi nasıl etkilendi son on küsur yıldan?

Akademide yerleşiklik, güvence duygusu vardı. Şimdi ise tepenizde sallanan bir güvencesizlik kılıcı var. Özellikle genç akademisyenler için. Başka şeyler de var. Son derece düşük ücretler. Bunu telafi edebilmek için ikinci eğitim dersleri konuldu. Yani akşam dersleri. Bunun dışında kontenjanlar sürekli arttırılıyor. İkinci eğitimi de dahil edin. 500 talebeyi sınav yaptınız. O sınav kağıtlarının okunması vs… Vakıf üniversitelerinde de durum aynı. Çok ağır ders yükleri var. Oralarda da ağlamayan meslektaşım yok. Yazın da geleceksin, prezantasyon yapacaksın, tanıtım, etkinlik günleri… Reklam şirketinde çalışmak gibi…

‘AKADEMİSYENLET DAYANIŞMAYI YENİDEN KEŞFETTİ’

Son soru… “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalamanızın üzerinden 4 yıl geçti. Hatta 11 Ocak yıldönümü. Barış Akademisyenleri, gelecek için bize ne anlatacak?

Birbirini hiç tanımayan hatta dünya görüşleri farklı olan 2000’in üzerinde insan ortak tutum gösterdi. Yaşam hakkını savundular. Barışı savundular. Belki de iktidar için bulunmaz bir nimet de oldu. Büyük bir tasfiye imkanı buldu. İhraç edilen 400 civarında kişiyiz. İhraç edilmeyen meslektaşlarımız da var. Kalanlar içinse dalga dalga yayılan korku iklimi oluştu. Bu sayede üniversiteler susturuldu. Ama ne olursa olsun Barış Akademisyenleri çok önemli bir şey yaptılar. Bütün bu derslerde anlattığımız ilkelere sahip çıktılar. Sahip çıktık. İyi ki böyle yaptık. Bütün koşullara rağmen böyle bir tutum alınabildi. Sevgili dostum Aslı Odman bir çok kez yazdı, söyledi. Bu kadar rekabetçi alanda akademisyenlerin çoğu aslında dayanışma denen şeyi belki de yeniden keşfettiler. Evet, ağır bedelleri oldu ama ne olursa olsun ses çıkarılabileceğini göstermiş olduk. İşimizden olduk ama bu dünyanın sonu değil. Bazen Bizimle ilgili mağduriyet söylemi öne çıkıyor. Elbette geçim sorunları yaşadık. Kimi arkadaşlarımız daha da ciddi yaşadılar ama mağduriyet öyküsü olarak anlatılmasına kesinlikle karşıyım keza kahramanlık öyküsü olarak anlatılmasına da. Tarihin yüz akıdır bu çıkış ve bence değeri ileride daha da anlaşılacaktır.

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/01/11/ihrac-edilen-akademisye...