Prof. Dr. Göçek: Sessizlik Şiddetin Parçası Olmaktır

Yazar / Referans: 
Fidan Berfe Mirhanoğlu - BİA Haber Merkezi
Tarih: 
02.04.2016

Michigan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Fatma Müge Göçek Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Ermenilere ve Kürtlere yönelik politikalar ve devlet şiddetini değerlendiriyor.

Türkiye topraklarında büyüyen biri olarak çocukken, Ermenilere yapılanların hikayesini dinlediğimde çoğu zaman tahayyül gücümü zorlasam da gözümün önünde canlandıramazdım olup biteni.

Bugünlerde Kuzey Kürdistan'da uygulanan şiddeti anlatacak kelimeler bulamasam da, hafızam gözümün önünden gitmeyen insanlık dışı karelerle dolu. Özellikle ölü bedenlere uygulanan şiddet karşısında bütün kelimeler bu bedenler gibi zihnimizde tek tek ölüyor.

Bu ülke gelecekte, zırhlı askeri aracın arkasında sürüklenen Hacı Lokman Birlik’in bedenini veya Muş ve Cizre’de öldürüldükten sonra bedenleri teşhir edilen kadınların ve en son Yüksekova'da kedilere yem edilen ölmüş bedeni nasıl inkar edecekler, daha Ermenilerin âh’ı dururken, aldıkları Kürtlerin âhı ile nasıl hesaplaşacaklar!

Temmuz 2015’den beri Kürdistan’da uygulanan şiddeti Michigan Üniversitesi sosyoloji öğretim üyesi Prof. Dr. Fatma Müge Göçek'le konuştuk.

Sessiz kalındığı sürece, şiddetin dolaylı olarak parçası olunacağını söyleyen Göçek, ’Denial of Violence (Şiddetin inkârı)’’ kitabında Türkiye topraklarında Ermenilere karşı gerçekleşen şiddet tarihinin 220 senelik dönemini ele alırken, inkar nedeniyle bu şiddetle yüzleşilemediğini ortaya koyuyor. 

Paris’te misafir öğretim üyesi olarak bulunan Göçek'e şiddetin Türkiye tarihindeki örneklerini, Türkiye topraklarında farklı zamanlarda ve farklı pratiklerde nasıl yer aldığı sorduk.

30 yıldır Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) yaşıyorsunuz, burada Paris Kürt Enstitüsü’nde Kürtçe dersler almaya başladınız. Kürtler üzerine mi çalışmayı düşünüyorsunuz?

Daha önce Ermenilere karşı Türk Devleti tarafından uygulanan şiddete toplumun neden karşı duruş almadığı ve neden inkar ettikleri üzerine çalışmıştım. Tabii Ermeniler büyük ölçüde soykırımla yok edildiler.  Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren ise aynı şiddetin Kürtlere karşı uygulandığını görmekteyiz.

Bu şiddetin Kürtlere nasıl uygulandığını ve uygulanan şiddetin hem devlet hem de toplum tarafından nasıl inkâr edildiğini anlamak istedim.  Bu nedenle de Kürtçe dersler almaya başladım. Kürtçeyi öğrenmem, hem Kürt tarihini hem de Kürtlere yönelik şiddeti anlamamda yardımcı olacaktır.

Tarihsel sosyoloji alanında çalışan biri olarak bu iki halka yönelik şiddetin ortaklaşan veya farklılaşan yönleri var mı?

Benim de anlamaya çalıştığım sorulardan en önemlisi bu, cevabını henüz tam olarak bilmiyorum çünkü araştırmama yeni başladım. Ama Osmanlı zamanında ilk önce Ermeniler ötekileştirildi, Cumhuriyet döneminde ise bu politika Kürtlere karşı kullanıldı. Şiddet olarak tabi ikisi arasındaki en önemli fark, Ermeniler savaş ortamı içinde olduğundan, iletişim çok daha sınırlı olduğu için, sistematik şiddet ve öldürülmelerin 1915-17 arasında soykırıma yol açtığını görüyoruz.

Kürtlere yönelik şiddet ise daha çok isyanlar bağlamında seneden seneye ortaya çıkıyor. Yani bir seferlik yok etme bağlamında olmuyor, ama yine de sistematik bir yok ediliş söz konusu. Fakat Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan Kürtler nüfusun yüzde on yedi ile yirmisi arasını oluşturdukları için, aynı şekilde yok edilmeleri, hele günümüzde, kanımca mümkün değil.

Her zaman söylediğim gibi, barış çözüm olmalı, şiddet değil ama maalesef Türk devletinin yaptığı şiddet, hiçbir zaman cezalandırılmadığından, cumhuriyetin başlangıcından beri her zaman her sorununu şiddetle çözmeye başladığını görüyoruz. Şiddetle çözüm olamayacağı fikrinin benimsenmesi lazım.

Dolayısıyla, tarih boyunca Türk devletinin uygulayıp Türk toplumunun onayladığı şiddetin, nasıl ki Ermenilerden Kürtlere, onlardan Alevilere, onlardan da Süryanilere ve Ezidilere geçerek uygulandığını gösterebilirsem, o zaman bu şiddetin tarihi ve sosyolojik kaynaklarını anlayarak üstesinden gelme, devlet politikası olmaktan çıkarmanın ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır.

Büyük ihtimalle devletin uyguladığı şiddet aynı zihniyetten yola çıkıyor ama bulunduğu ortama göre de değişiyor. Ben bu süreci Ermenilere uygulanan şiddeti inceleyerek saptadım: şimdiye kadar Ermenilere yönelik şiddetin dozu tarih içinde değişiyor; nitekim bu süreci uzun dönemlere senelere bölerek daha açık görebiliriz.

Şimdi Kürtlere yönelik şiddeti aynı bağlamda inceleyeceğim; sanırım zihniyet aynı ancak uygulama farklı. Ben ne zaman Kürdistan’a  gitsem “Ermeniler, bir kere 1915’te öldürüldüler, bizim için her sene 1915” diyorlar. Kürtlere yönelik şiddete bu açıdan yaklaşırsanız oradaki şiddetin tarihi devamlılığını görebilirsiniz.

Devletin temmuzdan bu yana Kürt illerindeki şiddet pratikleriyle, daha önceleri uyguladığı şiddet arasında ne tür benzerlik ve farklılıklar var?

En önemli nokta şu kanımca: devletin bir resmi, bir de gayri resmi olarak uyguladığı şiddet var. Eskiden Teşkilât-ı Mahsusa yani devletin ordusunun değil tamamıyla milis kuvvetlerinin ya da başı bozuk grupların gayrı resmi olarak uyguladığı şiddet vardı ve asıl büyük katliam bu bağlamda oluyordu.

Şimdi de Kürtlere karşı uygulanan şiddette benim en çok ilgimi çeken, bu özel operasyon birlikleri dedikleri kişiler ki onların da kim olduğunu bilmiyoruz. Tek bildiğimiz hesap vermeden öldürebiliyorlar. Bu oluşumu aynı Teşkilât-i Mahsusa’nın devamı olarak görüyorum; kendileri hiçbir kanun tanımadan şiddeti kendi istedikleri gibi uyguluyorlar. Bir ülkede herhangi bir kişi veya kişiler kendilerini kanun üzerinde görürler ve kendilerine de hukuki olarak öyle davranılırsa o ülkede demokrasi kalmamış demektir. 

Bu operasyonların sonucunda ölü bedenlere yapılan şiddeti nasıl açıklayabiliriz?

İnsan ve insanlığa saygı göstermek lazım. Verdikleri mesaj maalesef Kürtleri insan yerine koymadıklarını gösteriyor, bu da ırkçılığın en uç boyutu. Etik bir duruşun Türkiye’de tutunamaması, Kabul görmemesinin nedeni, askerlerin Türkiye’de güçlü oluşları ve askerlerin sürekli körüklediği anti Kürt yani Kürtlere karşı duruştan kaynaklanan içselleştirilmiş, kurumlaştırılmış, onlarca yıl devam etmiş bir ırkçılık.

O ırkçılığı maalesef Türkiye’deki toplumun büyük bir kısmı göremiyor. Bunu gören azınlıktaki kesim de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve Erdoğan tarafından sürekli hedef gösterildikleri için tacize uğruyorlar. Bu zamanda dünyanın başka neresinde şiddete karşı barışı destekleyen öğretim üyeleri cumhurbaşkanı tarafından "terörist" olarak hedef gösterilip hukuk sistemi tarafından tutuklanıyor? Benim aklıma gelen tek örnek, Weimar Almanya’sında Nazilerin kurduğu faşist devletin ortaya çıkış süresi…   

Ama derler ki Kralın giysilerinin olmadığı bir kere ortaya çıkınca, değişimi önlemek zorlaşır; ortaya çıkan bu gerçekler, doğrular, hakikatler zamanla uzun dönemde güç kazanıp içselleştirdiğimiz ırkçılığın aşılmasını da mümkün kılabilir.

90'larda yapılan katliamlarda daha çok çocuklar, gençler anne babasız kalırken, bugünlerde yapılan katliamlarda tam tersi bir durum yaşanmakta, anne ve babalar evlatsız kalmakta; bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?

Nesiller arası çok önemli bir değişiklik var burada. Anne babaların öldüğü 90’lar ve 2000’lerde durumlar farklıydı, o zamanlar daha çok anne babalar ön saflardaydı. Devlet şiddetiyle bu anne babalar ya öldürüldüler, ya hapse atıldılar, ya da yerlerinden yurtlarından edilip sindirildiler.

Çocuklar o zaman daha küçüktü; anne baba varlığından yararlanamadıkları gibi, yaşadıkları travma ve sarsıntının üstesinden polise karşı çıkarak, taş atarak geldiler. Belki de çocukların şansı veya şansızlığı diyelim ki bu son 10 senede sözde barış altında yaşamış olmaları ve büyümeleri.

Bence barış maalesef siyasi bir strateji olmaktan öteye gidemedi. Bu bağlamda büyüyen çocuklar toplumsal ve sosyal şiddeti gördükleri için yaşamlarını başka şekilde değerlendirdiler. Anne babalarına yapılan şiddeti kabul etmediler; bir de gençliğin verdiği yeteri kadar yaşamamanın, dolayısıyla da yaşamın kıymetini görmemelerinden dolayı anne babaları gibi yaşamaktansa ölmeyi tercih edip şehirlerde direnmeye başladıklarını düşünüyorum.

Amerikan elçisi Morgenthau‘un anılarında, Talat Paşa ile Morgenthau’nun bir konuşması vardır. Morgenthau, Talat Paşa’ya der ki “anladım askerlik çağındaki Ermeni erkekleri öldürüyorsunuz ama bırakın biz çocukları, bebekleri kurtaralım, onları alıp Amerika’ya götürelim”.

Talat Paşa der ki “asıl onları yok etmemiz lazım çünkü o Ermeni çocukların hepsi duydukları kin ve öfkeyle büyüdükten sonra en kuvvetli düşmanımız olurlar; o yüzden onların da yok edilmesi lazım”.

Belki de Osmanlı devlet ve hükümetinin o zaman çocuk ve bebekleri yok etmeye yönelmeleriyle, bugün ve gelecekte de Kürtleri yok etme stratejileri arasında bir devamlılık var, yani çocuk ve bebekleri yok etmek. Kanımca bu şiddet, geleceği de etkilediği için şiddetin en üst kademesi olarak addedilebilir ve bu bağlamda insanlığa karşı işlenmiş suç kategorisine girer.

Bu operasyonlarda fiziki şiddetin yanı sıra maddi ve manevi verilen zarar hakkında fikriniz nedir?

1948 Birleşmiş Milletler soykırım tanımına göre, soykırım sadece bütün bir topluluğun yok edilmesi değil, aynı zamanda bu topluluğun kültürünün de tümüyle veya kısmen yok edilmesi olarak tanımlanıyor. Kanımca Kuzey Kürdistan’da, Türk devletinin uyguladığı şiddet bu bağlamda değerlendirilirse soykırımına tekabül eder,

Eşit olmayan koşullarda bir savaş sürüyor?  Özellikle Kürt gençlerinin direnişi var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hayatları şiddetle yoğrulmuş bu gençler, kendilerinden kat be kat imkanları ve silahları olan bir orduya karşı, galip gelme imkanlarının neredeyse yok olduğunu bile bile direniyorlar.

Niye bu direnişle hayatlarını ortaya koyuyorlar? Benim sosyolog olarak düşüncem onların bu noktaya nasıl geldiklerini, çocukluklarından itibaren geçirdiklerini inceleyerek anlamak.

Olaya öyle bakınca da,  ‘Türk devleti ve Türk toplumu olarak onları öyle bir köşeye sıkıştırdık, öyle imkansızlıklarla çevirdik ki kendilerini öldürmekten başka seçenekleri yok’ yorumundan başka bir yorum gelmiyor aklıma şimdilik. Dolayısıyla bence bu davranış, çaresizlikten ve onlarca yıldır uygulanan şiddetten dolayı ortaya çıkan bir tepkidir.

Siz de Barış için Akademisyenler bildirisini imzaladınız; bu bildiriyi imzalamak sizin için neden önemli?

En önemli neden şu: Bu şiddeti görüp de harekete geçmezsek, bu şiddet kolaylıkla meşru hale getirilip Türkiye’nin her tarafına yayılabilir. Şayet biz bir şiddet toplumu değil de barış toplumu olmak istiyorsak bu şiddete karşı çıkmamız şarttır. Benim ilk defa bir Türkiye vatandaşı olarak bu bağlamdaki mesuliyetimin ne olduğunu görmem, soykırımları incelerken Hannah Arendt’in suç ve sorumluluk arasında yaptığı ayırımı anladığımda ortaya çıktı.

Türkiye’deki şiddete her zaman karşı çıkmıştım. O şiddetin hiçbir zaman parçası olmadığım halde bir vatandaş olarak suçlu gösterilmem beni çok üzüyordu.

Arendt der ki bir ülkede geçmişte ve günümüzde şiddete katılmadıysan suçlu olmazsın; ancak bu hiçbir şey yapmaman gerektiği anlamına gelmez, Çünkü bir şey yapmazsan suçlu olanların eylemlerini sessizliğinle dolaylı olarak desteklemiş olursun.

Senin vatandaş olarak sorumluluğun, bu şiddet ve suça karşı çıkmaktır; bu karşı çıkış, ülkede şiddet kapsayan suçları önleyecek en önemli duruştur...

Dolayısıyla bu bağlamda ben Kürtlere uygulanan şiddete karşı olduğumu söylemezsem, bu şiddeti dolaylı yoldan desteklemiş olurum. Onun için barış bildirisini imzaladım çünkü bir vatandaş olarak sorumluluğum, bu şiddet ve onun getirdiği suça karşı durmaktır.

Ancak daha once bahsettiğim gibi cumhurbaşkanı Erdoğan bu duruşumuzu vatanseverlik değil, vatan hainliği olarak yorumlayıp bizleri hedef gösterip Türkiye’deki meslektaşlarımı hukuk sistemini gayrı hukuki olarak kullanarak hapsettirdi!

Diğerleri işlerinden atıldılar. Ben de hayatımda ilk defa olarak bir barış metnine attığım imzanın, Türklüğe hakaret mi yoksa teröre yataklık mı olarak yorumlanacağını bekliyorum.

Şu anda kendimi ilk defa Türkiye’ye gidecek kadar güvende bulmuyorum, bu nedenle de Türkiye’ye gitmiyorum. (FBM/HK)

Prof. Dr. Fatma Müge Göçek hakkında

Boğaziçi Üniversitesi mezunu, doktorasını 1988'de Princeton Üniversitesi’nden aldı.

2002’den beri Michigan Üniversitesi’nde Workshop for Armenian-Turkish Scholarship’in (WATS) düzenleyicilerinden. Karşılaştırmalı tarihsel sosyoloji, toplumsal değişim ve sosyal teori alanlarında önemli eserler verdi.

Kitapları:

-Denial of Violence: Ottoman Past, Turkish Present and the Collective Violence against the Armenians, 1789-2009, Oxford University Press. 2015;

- Rise of the Bourgeoisie, Demise of Empire: Ottoman Westernization and Social Change, Oxford University Press. 1996 (Türkçesi: İmparatorluğun Batışı, Burjuvazinin Yükselişi: Osmanlı Batılılaşması ve Sosyal Değişme, Ayraç Kitabevi. 2000);

- The Transformation of Turkey: Redefining State and Society from the Ottoman Empire to the

ModernEra, IB. Tauris Publishers. 2011, ve- East Encounters West: France and the Ottoman Empire in the Eighteenth Century, Oxford University Press, 1987 adlı kitapların yazarı;

ayrıca

- A Question of Genocide: Armenians and Turks at the End of the Ottoman Empire, Oxford University Press, 2011;

- Social Constructions of Nationalism in the Middle East, SUNY Press. 2002;

- Political Cartoons in the Middle East, Markus Wiener Publishers, 1998;

- Reconstructing Gender in the Middle East: Tradition, Identity, and Power, Columbia University Press, 1994 adlı kitapların editörüdür.

Fotoğraf: Rana Anter

Fidan Berfe Mirhanoğlu

Gazeteci, öykü yazarı ve doktora öğrencisi. bianet'te Eylül 2013'te staj yaptı.