Doç. Dr. Küçük: Linç ve Nefret Söylemi Münferit Değil Kurumsaldır

Yazar / Referans: 
Ruken Tuncel, Bianet
Tarih: 
01.11.2019

Boğaziçi Üniversitesi'nden Doç. Dr. Bülent Küçük, devletin eğitim kurumlarıyla, güvenlik politikalarıyla, hukuki düzenlemeleriyle sağladığı şartların, nefret söylemini ve şiddeti mümkün kıldığını söyledi.

Türkiye’de medyada neredeyse her gün nefret söylemi/suçu ve linç olaylarıyla ilgili bir haber yansıyor. Yargının ve yetkililerin nefret söylemi-linç karşısındaki tutumu ve cezasızlık politikaları da bu olayların çok daha fazla yaşanmasının önünü açıyor.

Bir ödül töreni gecesinde çatal bıçak atılan linç edilen Ahmet Kaya'dan yazıları nedeniyle adliyelerde hedef haline getirilen Hrant Dink'e, Gezi eylemlerinde dövülerek katledilen Ali İsmail Korkmaz'dan, asker cenazesinde yüzüne yumruk atılarak darp edilen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na, Kürtçe konuştuğu için linç edilen ardından silahla vurularak öldürülen 19 yaşındaki işçi Şirin Tosun'dan, yine Kürtçe konuştuğu için kafası kırılan 74 yaşındaki Ekrem Yaşlı'ya kadar...

Linç öğretilen bir şey mi? Siyasi iklimin linçe etkisi nedir? Linçin toplumda böylesine olağanlaşmasıyla “birlikte yaşam” nasıl mümkün kılınacak?

Toplumda özellikle de sosyal medyanın da etkisiyle çoğalan ve normalleştirilen nefret söylemini ve linç kültürünü Boğaziçi Üniversitesi’nden Sosyolog Doç. Dr. Bülent Küçük ile konuştuk. Doç. Dr. Küçük, devletin eğitim kurumlarıyla, güvenlik politikalarıyla, hukuki düzenlemeleriyle sağladığı şartların, nefret söylemini ve şiddeti mümkün kıldığını söyledi.

Küçük’ün bianet’in sorularına yanıtları şöyle:

"Kurumsal politikalardan azade değil"

Öncelikle nefret söylemi ve linçin kaynağı nedir?

Aslında nefret söylemi ve linç, popüler anlamda eğitimsiz alt sınıfların, toplumun farklı kesimlerine duyduğu tepki olarak tanımlanıyor. Devletten ve piyasadan bağımsız bir söylem, bir tahayyülmüş gibi algılanıyor. Oysa, akademik olarak bakıldığında bütün dışlayıcı pratikler, idarenin kurumsal politikalarından azade değil. Yani, nefret söylemi ve linç, mobilize olmaya hazır cahil cühela kesimin farklılıklara karşı nefreti olarak değerlendirilemez.

Peki, bir birey ya da toplum, kendinden görmediği “ötekine" nefret söyleminde veya linçte bulunmayı kendinde bir hak olarak mı görüyor?

Kendisini toplumun ana unsuru ana kimliği olarak görüyor. Mesele de burada başlıyor. Mesela tek eşli çekirdek ailenin nüfus politikası içindeki yeri aynı zamanda gayleri bu sistem içinde yersiz yurtsuz hale getiriyor, onların dışlanması anlamına geliyor. Türk kimliği üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyet vatandaşlığı, Türk olmayanların dışlanması anlamına geliyor. Sünniliğin merkeze alınması Alevilerin ve diğer inanç gruplarının çepere itilmesi demek oluyor. İşte bu tasnif süreci toplumu hiyerarşik olarak şekillendiriyor. Bu şekillendirme içinde yasaya ve norma uymadığı düşünülen toplumsal kesimler dışlanıyor. Bu kurumsal dışlanma onlara karşı bir haseti, nefret söylemini mümkün kılıyor. Nefret söylemi de linçi mümkün kılıyor. Ötekini insan olarak göremediği için şiddeti meşru görür. 

"Ötekini insan olarak göremediği için şiddeti meşru görüyor"

Söylediğinizden yola çıkarak, 6-7 Eylül olaylarında Özel Harp Dairesi Başkanlığı görevini yapan Sabri Yirmibeşoğlu, yıllar sonra “6-7 Eylül bir  Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diyor. Yirmibeşoğlu’nun bu sözlerini de göz önüne aldığımızda, linç ya da pogromun devlet veya kurumlar tarafından öğretilen ve üretilen süreçler mi?

Doğrudan bunu söyleyemeyiz. Ama devletin eğitim kurumlarıyla, güvenlik politikalarıyla, hukuki düzenlemeleriyle sağladığı şartlar, nefret söylemini ya da şiddeti mümkün kılıyor. Nefret söylemi, insanın, ilk terbiye edildiği aile içinden başlayarak, eğitim sistemiyle makbul bir insan tipinin üretilme sürecinde, normatif olarak ayrıcalıklı hale getirilen yurttaşın kendisinden farklı olan ve kendisinden güçsüz olana karşı ürettiği bir şiddet biçimi. Yani devletin ideolojik aygıtlarının terbiye ettiği, ortaya çıkardığı egemen olan öznellik, ötekine ve kendisinden güçsüz olana karşı şiddeti üretiyor. Nefret söylemi, linç aynı zamanda cezasız kalan bir şiddet biçimi, sadece iltimas geçilen değil. Ceza indirimine gidilen, cezasız kalan, hatta suç olarak bile tanımlanmıyor. Bu nedenle devletin kurumsal pratiklerinden bağımsız olmadığını söylüyoruz.

"Kimi sevip kimi sevmeyeceğimiz derimize kazınıyor"

Milliyetçilik, linç ve nefret söylemi arasında nasıl bir bağ var? Toplumdaki milliyetçi duyguların diri tutulması, linç ve nefret söyleminin üretilmesinde nasıl bir etkiye sahip?

Bir coğrafyada siyasal rejimin tesis edilebilmesi için o coğrafyadaki etnik, kültürel ve cinsi farklılıkların, bir kolektif siyasal beden olarak inşa edilmesi gerekiyor. Bütün farklılıklar görünmez kılınarak, sanki herkes eşitmiş ve kardeşmiş gibi siyasal bir süreç kurulur, işte milliyetçilik bu siyasal bütünleştirme sürecinin kurulmasının çimentosudur.

Milliyetçilik, aynı zamanda kendini ve ötekini görme biçimidir. Milliyetçiliği sadece bir dile üsluba indirgememek lazım. Çünkü çocukluktan itibaren dünyayı nasıl görmen gerektiğine dair bir çerçeve çiziliyor. Daha ilkokuldan itibaren erkek oluyorsun, Osmanlı’nın hangi şartlarda savaş kaybettiğini öğreniyorsun, Cumhuriyet’in nasıl kurulduğunu biliyorsun, bunlar daha o yaşlarda empoze ediliyor. Kimi sevip kimi sevmeyeceğimiz, ne kadar seveceğimiz adeta derimize kazınıyor. Milliyetçilik aynı zamanda toplumu zaman zaman bir ordu metaforu üzerinden kuran disipline eden bir kolektif duygu.

"Milli bedenin inşası için korku önemli bir duygu"

Yani, toplum milliyetçilik duygusu üzerinden korkularla disipline mi ediliyor?

Milli bedenin inşası için korku önemli bir duygu. Aynı tehlike tarafından tehdit ediliyor olmak bir birlik kuruyor tabi ki. Ama milliyetçilik aynı zamanda toplumsal alanda mevki sahibi olmayı da mümkün kılıyor. Eğer yeteri kadar milliyetçi değilseniz belli bürokratik mevki ve alanlar size kapalıdır. Belli alanlar da kariyer yapamazsınız. Yani dışlanan kesim sadece sınıfsal olarak dezavantajlı değil aynı zamanda sembolik olarak da dezavantajlı.

"Efendi köle ilişkisi bozulmadığı zaman sorun olmuyor"

Siyasi iklimin nefret söylemi ve linç olaylarındaki payı ne nedir, ne kadar etki ediyor? 

Toplumsal olarak şiddetin yöneldiği kesimler konjonktüre göre değişiyor. Sadece bir siyasal gücün belli toplumsal kesimlere durup dururken yönelmesi durumu da söz konusu değil. Ötekinin itirazı, direnmesi, kamusal alanda görünür olması şiddeti tetikliyor. 

Mesela kadınlara yönelik yükselen şiddetin bir nedeni de kadınların kamusal alanda görünür olmasından kaynaklanıyor. Çünkü kadınların güçlenmesi erkekliği yerinden ediyor, var olan nizamı bozuyor. Erkeklik, burada bir tavır olarak kendi ayrıcalıklı konumunu korumak adına ortaya çıkıyor. Erkekliğin prestiji kadınlar tarafından sarsılmıştır. Irkçılık ve milliyetçilik de aynı şekilde, ötekinin güçlenmesine reaksiyon olarak ortaya çıkıyor. 

Mesela Kürtlerin bugün bu kadar yok sayılmasının ve hedef olarak görülmesinin nedeni hem Türkiye siyasetinde hem de bölgesel olarak güçlenmelerinden kaynaklanıyor. Eğer Kürtler sessiz kalsaydı, hiçbir zaman siyasal alanda kendilerini var etme çabası içine girmeselerdi, Türklerle hiç sıkıntısız yaşarlardı. Yani efendi köle ilişkisi bozulmadığı zaman sorun olmuyor. Irkçılık, kölenin, köle olarak kalmak istemediğini ifade ettiği an efendinin gösterdiği reaksiyondur.

"Egemen, işaretlenmeden var olandır"

Linçi yapan ve linçe maruz kalanın yanı sıra bir de buna tanıklık eden bir topluluk var. Tanıkların, linç ve nefret söylemi karşısındaki sessizliğini nasıl yorumlamak gerekiyor? Sessizlik, tepkisizlik ”kolektif suç ortağı” olmak anlamına mı gelir?

Kolektif suç, aynı zamanda cemaat kurucu bir şeydir. Egemen kimliğe sahip olan insanlar, devletin ideolojik aygıtları tarafından belli tür acılara kayıtsız kalarak terbiye ediliyorlar. Yani yurttaş olarak terbiye edilerek yetiştirilirken belli tür acılara kayıtsız kalmayı da öğreniyoruz. Hangi konulara daha hassasiyet göstereceğimiz hangi konulara daha kayıtsız olacağımızı aile de daha ilkokul sıralarında öğreniyoruz.

Bir suçu hangi sınıfsal kesimden insanın işlediği de önemli, çünkü tepkimiz ona göre değişiyor. Bir suçu alt sınıftan ya da marjinalleştirilmiş bir kesimden bir kişinin işlemesiyle çoğunluktan birinin işlemesi arasında fark var. Alt sınıftan olana tepki çok yüksek olurken, çoğunluktakine tepki bile gösterilmiyor, çoğunluk görünmez olduğu için onun adına işlenen suçlar işaret edilip toplumsal muhayyilede kayda geçirilmeyerek görünmez kılınır.

Mesela, Almanya’da bir tecavüz suçunu bir göçmen işlemişse bu bütün göçmenlere mal edilir, fakat aynı suçu bir Alman işlemişse o zaman o sadece görünmez bir erkektir, Almanlığı tartışılmaya açılmaz. .

Mesela, geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi’nde LGBTİ bir öğrenci, İstiklal Marşı’nın bazı sözcüklerinin yerine lubunya sözcükler koyarak kendince ironik bir mail atıyor. Bu mail “ana akım” medyada öylesine abartılarak haber yapıldı ki, çünkü o mail atan bir Fenerbahçe taraftarı değil ya da bilindik anlamda bir erkek değil. O İstiklal Marşı’nın sözleriyle ironi yapamaz , böyle bir lüksü yok. Ama mesela Fenerbahçe taraftarları da İstiklal Marşı’nın sözlerini değiştiriyor fakat kimse bunu suç olarak görmez, işaretlenmez. Aslında çok olan, egemen olanın sicili ve icraatı görünmezdir. İşaretlenmeden var olandır.

Bu bahsettiğiniz durumun resmi ağızlardan “milli hassasiyet” ve “tahrik olmak” kavramı ile açıklandığını görüyoruz. Nedir bu “milli hassasiyet” ve niçin bu kadar kolay tahrik olunuyor?

Yerleşik olmak, devletin gerçek sahibi olmak, Türk olmak, Müslüman olmak, sözün- dilin sahibi olmak, bütün bunlar görme biçimi ve kişinin ikinci doğası haline getiriliyor.

Zihinsel yapısı bütün bunlarla şekillenen bir birey, bunun dışındaki her şeyi kendisine bir tehdit, yabancı ve tehlike olarak görüyor. Yani “millilik” durumu yurttaşın ikinci doğası yapılmıştır. Bu bağlamda linçi ve nefret söylemini normdan bir sapma olarak görmemek lazım. Çünkü sapma olarak görüldüğü vakit “bizde ırkçılık yoktur, bizde nefret söylemi yoktur tarihsel olarak da yoktur, şimdi de yoktur” denmesini mümkün kılıyor. Ürettiği acıları da “münferit olaylar”  olarak kurmasına sebep oluyor. Halbuki linç, nefret söylemi münferit değil, kurumsaldır. 

"Irkçılık sınıfsal olarak form değiştiriyor"

Sosyolog Prof Dr. Arus Yumul, linç kültürüne ilişkin verdiği bir röportajda “Yetişkinin tahrik olması aslında gelişmemiş olduğunun göstergesidir. Biz yetişkin bir toplum değiliz” diyor. Sizce de böyle mi?

Hoca bunu hangi bağlamda ifade etti bilemiyorum. Linç  ve nefret söyleminin dışa vurumu sınıflara göre de değişiyor. Yani ırkçılık nefret söylemi sınıfsal olarak form değiştiriyor.

Eğitimli orta sınıfların nefreti daha çok sembolik düzeyde kalıyor: Aynı mahalleye, aynı binaya almama yani birlikte yaşamak istememek biçiminde olabiliyor. Buradaki dışlama biçimi yok saymaktır, görmezden gelmektedir.

Durum fiziksel saldırıya dönüştüğünde yukarıda tarif ettiğim egemen fail eşkal değiştirir. Burada Arus Hoca haklı olabilir, zira linç vakalarının faillerine baktığımızda karşımıza -kurumsal olarak da pohpohlanan- ve bir seviyede ideolojiler üstü duran bir tür ham erkeklik çıkar.

"Topluluklar birleşerek toplumsal yapıyı değiştirebilir"

Son olarak, böylesi bir tablonun içinde, “birlikte yaşama kültürü”nün inşası nasıl gerçekleşecek? 

Nefret söylemi, hınç duygusu, milliyetçilik, bunlar aslında Türkiye’deki egemen olan sınıfın zayıf olmasından da kaynaklanıyor. Devlet toplumu kategoriler üzerinden paramparça edip, bir kimliği ayrıcalıklı hale getiriyorsa –Türklüğü, erkekliği, Sünniliği- diğerlerini tasnif edip hiyerarşi kuruyorsa  buna karşı yapılacak siyaset, paramparça edilmiş toplulukların birleşerek siyaset yapmasıdır, ancak bu toplumsal yapıyı değiştirebilir. Yani bir arada yaşayabilmek için bütün dışlanmış- Kürtler, Aleviler, LGBTİ’ler…- haklarından yoksun bırakılmış kimlikler, aslında azınlıkta olmayan bu çoğunluğun birlikte siyaset yapmasıyla mümkün olabilir.

Bülent Küçük hakkında

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesi. Siyaset sosyolojisi, kültürel çalışmalar ve medya, çok kültürlü yurttaşlık konularında dersler veriyor.1991'de ODTÜ de başladığı sosyoloji eğitimine Berlin Humboldt Üniversitesinde devam etti. Burada siyaset bilimi ve sosyoloji alanlarında yüksek lisans ve doktora çalışmalarını 2007'de tamamladı. Ardından Sabancı Üniversitesinde doktora sonrası araştırmacı olarak bulundu. Almanca yayınlanmış kitap ve derlemeler dışında Küçük'ün ulusal ve uluslararası indeksli dergi ve kitaplarda yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunuyor. 

 (RT)

Kaynak: http://bianet.org/bianet/nefret-soylemi/215213-doc-dr-kucuk-linc-ve-nefr...