Muzaffer Kaya'nın Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
01.10.2019

"Hepimiz uçurumun kenarında olduğumuz hissiyle yaşıyoruz. Bugünün gençleri, çatışmalarda ölen gençler, 1990'lı yıllarda siyasilerin yaptığı hataların bedelini ödüyorlar ve bizler bugün yaptıklarımızla sonraki kuşaklara, kendi çocuklarımıza son derece ağır bir yük bırakıyoruz, buna hakkımız yok."

Nişantaşı Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümünden Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya'nın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde akademisyenler Esra Mungan, Kıvanç Ersoy ve Meral Camcı ile birlikte yargılandığı davadaki 22 Nisan 2016 tarihli beyanını yayınlıyoruz.

(Dava kapsamında bir süre tutuklu da kalan dört akademisyen mahkemenin celse arasıda verdiği kararla beraat etti.)

Sayın Başkan, Değerli Mahkeme Heyeti,

2212 akademisyen ve araştırmacıyla birlikte Barış Bildirisi'ni imzaladığımız için tam 40 gündür tutukluyuz.

Terör örgütü propagandası yapmakla suçlanıyoruz. Bugün bu mahkemede, bizim şahsımızda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Barış hakkı ve Türkiye'de ifade özgürlüğü hakkı yargılanmaktadır.

Hakkımızda hazırlanan on sayfalık iddianamenin ikinci ve beşinci sayfaları arasında, savcının deyimiyle "Türkiye'de uzun yıllardan beri devam etmekte olan doğu ve güney doğu sorununun" çözümü sürecinin nasıl başladığı ve sona erdiği anlatılmaktadır. Daha sonraki sayfalar büyük ölçüde bildiri metinleri ve savcılıktaki ifadelerimizden ibarettir.

Bildiriler ve ifadelerimiz çıkartıldığında iddianamenin yarısından fazlasının çözüm süreci hakkında bilgilendirme olduğu söylenebilir. Ancak bu bilgilendirmenin oldukça eksik ve yanıltıcı olduğunu belirtmek zorundayım.

Bu yüzden öncellikle kısa bir düzeltme yapma ihtiyacı hissediyorum. Bu bölüme ilgili iki problem var: Birincisi, çözüm süreci anlatısının suç isnadıyla alakası yok. İkincisi, kötü bir özet olduğunu söylemek zorundayım.

 Çözüm sürecini hepimiz biliyoruz; çok önemi şeyler atlanıp, çok gereksiz detaylara girilmiş. Bir öğrencim bana böyle bir özet yapsaydı on üzerinden iki bile vermezdim. 

İddianamenin ikinci cümlesinde şöyle denilmektedir: "1984 yılında başlayan ve 30 yıldan fazla süren çatışmalar neticesinde yaklaşık 40.000 ile 100.000 arasında can kaybı ve ekonomik zarar meydana gelmiştir". Öncellikle savcı bu rakamları nereden almış bilmiyorum, daha gerçekçi can kaybı rakamı 40.000 ile 50.000 arasındadır.

Ekonomik zararın maliyetinin ise 350-400 milyar dolar civarı olduğu söylenmektedir. Savcı bir yerde Wikipedia’ya referans vermiş, kendisine daha ciddi kaynaklara başvurmasını öneririm, özellikle de iddianame yazarken.

Savcı daha sonra, çözüm sürecinin "Recep Tayyip Erdoğan'ın 2005 yılındaki Diyarbakır konuşmasıyla işareti verilen paradigma değişikliği" ile başladığını belirtmektedir. Ardından, 4 Nisan 2013'te oluşturulan akil insanlar heyetinin isim listesi ve görev yerleri verilmiştir.

Bu bilgilerden sonra, iki yıllık bir atlamayla, 22 Temmuz 2015 günü Suruç'ta iki polisin evlerinde öldürülmesi olayına geçilmiş, bu vahim olay ve ardından öz yönetim ilanları nedeniyle çözüm sürecinden çatışma sürecine geçildiği anlatılmıştır.

Savcı bu anlatımla, kendi içinde tutarlı bir kurgu oluşturmuştur. Bütün bu anlatımların bize isnat edilen suçla ilişkisini ise hiçbir şekilde kurmamıştır. Kaldı ki; tarihin akışı, bundan biraz farklıdır.

Hatırlayalım:

Çözüm sürecinin (ki ben "barış süreci" demeyi tercih ederim) en önemli anı, zirve noktası 28 Şubat 2015'te Dolmabahçe'deki Başbakanlık Ofisi'nde dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu, HDP Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve İdris Baluken'in katıldığı, "Dolmabahçe Mutabakatı" olarak bilinen ortak basın açıklamasıydı.

Kürt sorununa demokratik çözüm ve kalıcı barış umutlarının yeşerdiği bu açıklamadan kısa süre sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, hükümetle aynı fikirde olmadığını, ortak açıklamayı yanlış bulduğunu, Türkiye'de artık Kürt Sorunu diye bir meselenin söz konusu olmadığını beyan etmiştir.

Cumhurbaşkanı'nın hepimizi şaşkınlığa sevk eden bu ani fikir değişikliği, dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tarafından da açıkça eleştirilmiştir. Cumhurbaşkanı'nın bu beyanından, "2005 yılındaki Diyarbakır konuşmasında işareti verilen paradigma değişikliğinden" vazgeçildiği ve tekrar eski paradigmaya dönüldüğü anlaşılmaktadır. Kendisi daha sonra bu ani tutum değişikliğini, çözüm sürecini "buzdolabına kaldırdık" şeklinde ifade etmiştir.

7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen öncesinde, daha sonra içine yuvarlanacağımız korkunç şiddet sarmalının ilk işaretlerine tanık olmuştuk. Bunlardan en büyüğü 5 Haziran 2015'te HDP'nin Diyarbakır mitinginde yaşandı.

Miting alanında patlatılan bombayla, 5 yurttaş hayatını kaybetti, 402 yurttaş yaralandı ve bunların onlarcası sakat kaldı. Seçimden sonra demokratik muhalefetin devrilen müzakere masasını yeniden doğrultma çabaları patlayan bombalarla bertaraf edildi.

20 Temmuz 2015'de Suruç ve 10 Ekim 2015'te Ankara patlamalarında toplam 136 yurttaş hayatını kaybetti, 338 yurttaş yaralandı ve onlarcası sakat kaldı. Bunlar yakın tarihimizin en büyük ve en vahşi toplu kıyımlarıdır ve hepimizin üzerinde travmatik etkileri olmuştur.

Ağustos ayında bazı ilçelerde özyönetim ilanları ve bunlara karşı başlayan askerî operasyonlarla, çatışmaların seviyesi hızla yükselmiş, ülke bir anda yangın yerine dönmüştür. 7 Haziran seçimlerinin ardından ülkenin nasıl bir anda korkunç bir şiddet sarmalına sürüklendiği henüz yeterince açıklığa kavuşmamış bir konudur.

Sonuç itibariyle bildirinin kaleme alındığı günlerde hükümet, "analar ağlamasın" söyleminden 1990'lı yılların terörle mücadele konseptine keskin bir dönüş yapmıştır.

Öyle ki haftalarca süren sokağa çıkma yasakları on binlerce yurttaşın sağlık, eğitim ve gıda gibi en temel ihtiyaçlara ulaşmasını engellemiş, operasyonlar sırasında içlerinde kadın, çocuk, doğmamış bebek ve yaşlılar olmak üzere çok sayıda sivil hayatını kaybetmiş, cenazeler günlerce sokaklarda kalmış, öldürülen çocukların ölü bedenleri buzdolaplarında saklanmıştır.

Üstelik bu ağır ve korkunç insan hakları ihlallerine karşı tek bir soruşturma bile açılmamıştır. Aksine herhangi bir soruşturma açılmasının önüne geçilmek istendiği düşüncesini güçlendiren bir biçimde cezasızlık yasa tasarısı hazırlanmıştır. 

Sağlık Bakanlığı'nın verdiği bilgiye göre 27 Şubat 2016 tarihi itibariyle 355 bin yurttaş yaşadığı il ve ilçeleri terk etmiştir. Bu sayı Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Mazlum-Der gibi sivil toplum örgütlerine göre 1 milyonu aşmıştır. 

Ülkemizin bir kısmında bütün bunlar yaşanırken, bu ülkenin yurttaşları ve akademisyenleri olarak maaşlarımızı alıp görece korunaklı hayatlarımızı sessizce sürdürmeyi onurumuza yediremedik. Varsa bir kabahatimiz budur, vicdanımızın sesini bastıramadık!

Bizim bildirimiz, vicdanı kanayan aydınların "Yeter be!" çığlığıdır, “Yeter!” dedik. Biz bu duygunun da arkasındayız hâkim bey.

Asıl sorgulanması gereken bizim bildirimiz değil, hükümetin hatalı ve ülkenin geleceği açısından çok tehlikeli olduğunu düşündüğüm "yurtta harp cihanda harp" politikasıdır. Zira devlet, 90 yıl boyunca Kürt sorunun demokratik çözümü dışında tüm askeri yöntemleri denemiş, ancak bu yöntemler durumu daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Çözüm süreci güya bu derslerin ışığından başlamıştı. Ancak geldiğimiz nokta ne yazık ki son derece vahimdir.

Hepimiz uçurumun kenarında olduğumuz hissiyle yaşıyoruz. Bugünün gençleri, çatışmalarda ölen gençler, 1990'lı yıllarda siyasilerin yaptığı hataların bedelini ödüyorlar ve bizler bugün yaptıklarımızla sonraki kuşaklara, kendi çocuklarımıza son derece ağır bir yük bırakıyoruz, buna hakkımız yok. 

Barış bildirimiz böyle bir dönemde, hükümete hem bir uyarı hem de hükümetten bir talep niteliğindedir.

Bildirimizle hükümet yeniden daha şeffaf ve sahici bir zeminde çözüm sürecine dönmeye ve halkların birlikte yaşam isteğini geri dönülmez bir şekilde tahrip etme riski yüksek, ağır insan hakları ihlalleri yapmamaya çağırdık.

Şöyle düşünün, eğer içinde bulunduğumuz otobüsün bir çıkmaz sokağa saptığını görürseniz bir refleks olarak şoförü uyarırsınız. Hele ki otobüste 80 milyon insan varsa şoförü uyarmak artık bir vatandaşlık görevi haline gelir, biz bunu yaptık. Ülkemizin içinde bulunduğu koşullarda barış çağrısı yapmak vatandaşlar olarak bizim hem hakkımız hem de görevimizdir.

Sayın Başkan,

Bizim bildirimizin içeriğine katılmayabilirsiniz, böyle bir bildiri yayınladığımız için bize kızabilirsiniz ya da bildirimizi saçma bulabilirsiniz, ama asla ve asla bu bildiri ile terör propagandası yaptığımızı söyleyemezsiniz. Aslında bu açık gerçeği size ispatlamaya çalışmak sizin zekânıza hakaret sayılmalı. Ama bunu yapmak zorundayım, çünkü 40 gündür bu iddianame yüzünden cezaevindeyim.

İddianame savcısı da bu açık gerçeği gördüğünden bizi söylediklerimiz değil, söylemediklerimiz üzerinden mahkûm etmeye çalışıyor. Bildirimizin içeriğinde suç unsuru bulamayınca, bizi iddianamede adı geçen örgüte yönelik bir çağrı yapmadığımız, sadece hükümete seslendiğimiz için suçlu göstermeye çalışıyor.

Buna iki itirazım olacak. Birincisi biz hukuken söylemediklerimizden değil, sadece ve sadece söylediklerimizden sorumlu tutulabiliriz.

İkincisi, Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşları olarak hükümeti en temel insan haklarına saygılı olmaya ve Kürt sorununun çözümünde askeri yöntemler yerine diyalog ve müzakereye dönmeye çağırdık.

Bunu da Anayasa ve uluslararası anlaşmalara dayanarak, çözüm sürecinin daha gerçekçi bir zeminde yeniden canlandırılması amacıyla yaptık. Peki, yasadışı bir örgüte hangi hukuka bağlı olarak çağrı yapabilirdik? Takdir edersiniz ki kendimizi böyle bir konumda göremezdik. 

Ama mesele burada bitmiyor. Savcı Fidan, daha da ileri giderek, bildirimizin Bese Hozat adlı örgüt yöneticisinin talimatıyla yazıldığını iddia ediyor. Ancak bu iddia o kadar dayanaksız ve tutarsız ki, bir iddia olmaktan çok akla ziyan bir senaryo, hatta iftira ve hakaret niteliğinde.

İddianamede söylendiğine göre, ilgili şahsın 22.12.2015 günü "aydınlar ve demokratik çevreler özyönetimlere sahip çıksın" diye bir açıklaması yayınlanmış. (Savcı referans vermemiş, ama herhalde böyle bir açıklama yayınlanmıştır, iddianamede yer aldığına göre.)

Bu açıklamayı, talimat kabul eden yüzlerce akademisyen de, hemen bir araya gelip özyönetimlere sahip çıkmak amacıyla bildiri hazırlamışlar?!

Sayın hâkim, iddianamede adı geçen örgütün yöneticisinin yüzlerce akademisyeni talimatla harekete geçirebileceğini iddia etmek bence mükemmel bir örgüt propagandasıdır. Savcı bize isnat ettiği suçu aslında kendisi işlemiştir. Eğer savcının mantığıyla düşünecek olursak, bizzat kendisini terör örgütü propagandası yapmakla rahatlıkla suçlayabiliriz.

Savcıya göre bildirimizi terör örgütü propagandasına dönüştüren asıl neden, özyönetim ilanlarına destek vermek amacıyla yazılmış olmasıdır. Bütün suç isnadı bu tez üzerine kuruludur. Savcı bu konuda o kadar ısrarcı ki, kendisinin kaleme aldığı 4,5 sayfalık bölümde özyönetim kelimesi tam 14 kez geçiyor.

Sayın Başkan, kişisel kanaatimi açıklamak zorunda değilim ama özyönetim talebi bana göre, Türkiye'de demokrasinin geliştirilmesi bağlamında tartışılabilecek konulardan birisidir. Ancak suç isnadı ile ilgili temel problem şu ki, bizim barış bildirimizle güncel özyönetim tartışması arasında hiçbir alaka yoktur. Bildirimizde sahip çıkılan, özyönetim ilanları değil, temel insan haklarıdır.

Okuyan herkesin görebileceği gibi barış bildirisinin içeriğinde özyönetim tartışmasına ilişkin tek bir kelime bile yoktur. Eğer bildiri "özyönetimlere sahip çıkılsın" talimatı üzerine kaleme alınmış olsaydı, bu kavramın bildiride en azından bir kez olsun geçmesi gerekmez miydi?

Bildiride özyönetim ilanlarına değil demokrasiye, insan haklarına, barış hakkına ve yaşam hakkına sahip çıkılmıştır. Dolayısıyla bütün suç isnadının üzerine oturduğu zemin baştan hatalı ve hayalidir. 

Değerli Mahkeme Heyeti, olmayan bir şeyin olmadığını ispatlamakla daha fazla uğraşmayı gerekli görmüyorum. Sanırım bunu ispatlaması gereken iddia makamıdır. Ancak bu vesile ile şunu söylemek isterim.

Bizler bu ülkenin meslek etiğine sahip bağımsız akademisyenleriyiz. Kamuoyuna açıklama yapmak için herhangi bir siyasi güçten talimat almaya ihtiyaç duymayız. Sadece yasal olmayan siyasi örgütleri kastetmiyorum, yasal siyasi otoriteden de talimat almayız. Meslek etiğine sahip akademisyenler, sadece hakikatin ve vicdanlarının sesini dinler. 

Buna karşın siyasi iktidarların genellikle hakikatle arası iyi olmamıştır. Bu yüzden aydınlar tarih boyunca iktidarlarla sık sık karşı karşıya gelmişlerdir. Bu karşı karşıya gelişlerde, görece demokratik yönetimler aydınların eleştirilerini dikkate alır, en azından susturmaya çalışmaz.

Baskıcı yönetimlerse çoğu zaman suçluluğun telaşıyla aydınları vatan haini ilan ederek susturmaya çalışır. Ancak mesele sadece aydınların susturulması değildir, bu yolla bütün bir topluma gözdağı verilir.

Eğer toplum ve kurumlar bu korku politikasına direnemezse içten içe çürümeye başlar. Şu anda bizi bekleyen tehlike budur. 

Değerli mahkeme heyeti,

İddianamedeki başka bir problem ise suç olmayan eylemlerin suçmuş gibi gösterilmesidir. Örneğin "operasyonların durdurulması için kamuoyu oluşturmak" diye bir suçlama yapılmış. Kamuoyu oluşturmaya çalışmak nasıl suç sayılabilir? Kamuoyu oluşturma çabası demokratik mücadelenin esasıdır, alternatifi ise silahlı isyandır. Kamuoyu, 19.

Yüzyıl’da basının gelişmesiyle ortaya çıkan bir kavramdır. Fikirlerini yayarak siyasi iktidarın kararları üzerinde etkili olmaya çalışmak modern demokratik siyasetin temelidir.

İddianamede kamuoyu oluşturma çabası bile bir suç olarak gösterilmiş. Bence bu, anayasasında demokratik cumhuriyet yazan bir ülkede eğer bir sürçü lisan değilse, skandal niteliğinde bir suçlamadır.  

Eğer demokratik mücadeleyi terör kapsamına alırsanız, muhalefet edenlere iki seçenek bırakmış olursunuz; kölece boyun eğmek ya da şiddetle isyan etmek. Oysa demokratik mücadele alanını ne kadar genişletirsek siyasal şiddet de o kadar azalacaktır.

Ünlü düşünür ve edebiyatçı Bertolt Brecht'in dediği gibi; nehrin şiddeti, onu sıkıştıran yatağından kaynaklanır.* Bugün içinde bulunduğumuz korkunç şiddet sarmalından tek çıkış yolumuz demokratik mücadele alanını daraltan engellerin kaldırılmasıdır. Ama bildiri okuyanların, gazetecilik yapanların tutuklandığı bir ülkede siyasal şiddeti bizzat devlet teşvik etmiş olur.

İddianamede ayrıca sanki bir suçmuş gibi "Türkiye Cumhuriyeti Devleti topraklarına Birleşmiş Milletler’in gözlemci statüsüyle görevli göndermesine zemin hazırlamak" deniyor. Bildiğiniz gibi uluslararası örgütler seçim güvenliği, insan hakları vb. konularda sık sık Türkiye'ye gözlemci heyetler gönderirler.

Uluslararası gözlemcilerin ülkemizde görev almasını istemek suç olamaz. Kaldı ki bizim bildirimiz açıklandıktan sonra Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bize hakaret ettiği ve bizi tehdit ettiği konuşmasında, Chomsky’yi buraya çağırdı, gelip kendisi gözlemlesin diye. Biz çağırınca mı suç oluyor?

Ayrıca bunu önerdiğimiz için mandacı, beşinci kol, müstemleke aydını vs. tabirlerle anılmamız kabul edilemez. Dış mihrak edebiyatından bıktık artık. Kaldı ki barış bildirisinde sadece uluslararası gözlemciler değil, ulusal gözlemciler de öneriliyor.

Hatta bildiride akademisyenler olarak gözlemci statüsü ile görev alabileceğimizi beyan ettik. Şiddet sarmalı daha fazla büyümeden elimizi taşın altına koymak istedik. Hala da istiyoruz. 

Sayın hâkim, görüldüğü gibi iddianamede hiç bir delile dayanmadan asılsız bağlantılar kurulmakta, söylenenlerden değil, söylenmeyenlerden suç üretilmekte ve suç olmayan eylemler suçmuş gibi gösterilmektedir.

Sayın hâkim,                                                  

Dördümüzün imzacı 2212 akademisyenden ayrı olarak tutuklanmış olmamızın nedeni 10 Mart 2016 günü okuduğumuz basın açıklamasıdır. Savcı Fidan, bu açıklamayı terör örgütü propagandasında ısrar ettiğimiz biçiminde yorumlamış. Yukarda belirttiğim gibi Barış Bildirisi’nde terör örgütü propagandası yoktur, dolayısıyla bu suçta ısrar etmemiz de söz konusu olamaz.

Savcı ayrıca, yaptığımız basın açıklamasıyla, diğer imzacıların imzalarını geri çekmelerini engellemeye çalıştığımızı iddia etmektedir ki, 10 Mart açıklamasının hiç bir satırında bu anlama çekilebilecek bir ifade yoktur. Kaldı ki ne biz böyle bir baskı yapabilecek konumdayız, ne de imzacılar bunu ciddiye alacak kişilerdir.

Hatırlarsanız bildirinin açıklanmasından bir gün sonra cumhurbaşkanı Tayip Erdoğan bize yönelik ağır hakaret ve tehditler içeren bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmaya tepki olarak 1128 olan imzacı sayısı 2212’ye çıkarak ikiye katlanmıştı. Bu akademisyenler Recep Tayyip Erdoğan’dan korkmamışlar, bizden mi korkacaklar?!

Biz kimseye baskı yapmadığımız gibi, imzamızı geri çekmemiz yönünde muazzam bir baskıya maruz kaldık. Ben Nişantaşı Üniversitesi'nden 6 meslektaşımla birlikte imzamı geri çekmediğim için atıldım.

Birçok üniversitede imzacı akademisyenler, üniversite yönetimleri tarafından imzalarını çekme yönünde baskı altına alındılar. Aslında bu durum Türkiye akademisinin hazin tablosunu da bize göstermektedir. Ben bugün bu mahkemede akademinin haysiyetinin de yargılandığını düşünüyorum. Ama dersimize iyi çalıştık, sınavı geçeceğimizi düşünüyorum.

10 Mart basın açıklaması, barış bildirisinin kamuoyu ile paylaşılmasının ardından imzacıların yaşadıkları hak gaspları, işten çıkarılmalar ve soruşturmalar hakkında kamuoyunu bilgilendirmek için yapılmış ve barış talebimiz bir kez daha dile getirilmiştir. Kaldı ki 10 Mart açıklaması, dördümüzün hazırladığı bir metin değil, İstanbul'daki Barış İçin Akademisyenlerin ortak metnidir.

10 Mart açıklaması ile ilgili Savcı Fidan'ın ilginç bir iddiası da "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne halen meydan okuyabildiğimizi göstermek" amacını güttüğümüzdür. Ancak burada ilginç olan savcının yine ceza kanununda olmayan bir suç icat etmesidir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne meydan okuyabildiğini göstermek suçu?! Böyle bir suç var mıdır?

Eğer varsa savcıya göre sanırım şu an okuduğum savunmayla da bu suçu işliyor olmalıyım. Ama burada asıl mesele, savcının kendi siyasi zihniyetini ele vermiş olmasıdır. Kutsal, sorgulanamaz devlet anlayışını göstermiş oluyor.

Bu bahiste savcıya hatırlatmak istediğim şudur; sizi bilmem, ama biz herhangi bir hanedanın kapıkulu değiliz, Cumhuriyetin özgür yurttaşlarıyız. Hiç kimse, "meydan mı okuyorsunuz" diyerek ağzımızı kapatamaz.

Sayın başkan,

Bu iddianame hukuki değil, siyasi bir metindir. Biz terör propagandası suçunu işlediğimiz için değil, siyasi iktidarı eleştirdiğimiz ve barış istediğimiz için tutuklandık. Ne yazık ki iktidarı eleştirmenin ve barış talebinin suç sayıldığı bir ülke haline geldik.

Bugün sizin vereceğiniz karar, belki bu durumu bir nebze olsun iyileştirecek ya da daha da kötüleştirecek. Bağımsız mahkemelerin demokratik muhalefeti susturmanın bir aracı haline gelmesine izin vermeyeceğinizi umuyorum.

Bağımsız mahkemelerin siyasi sopa olarak kullanılmasının bir anayasal suç olduğunu düşünüyorum, bu suça ortak olmayacağınızı umuyorum.

Derhal beraatımı talep ediyorum. Eğer yargılamanın devamına karar verecekseniz, delileri karartma ya da kaçma şüphem olmadığı açıktır. Bu durumda beni dört yaşındaki oğlumdan, eşimden, ailem ve arkadaşlarımdan ayrı tutmaya devam etmenin hiç bir hukuksal gerekçesi olamaz.

Hukukun ve vicdanınızın sesini dinleyeceğiniz inancıyla tüm mahkeme heyetini selamlıyorum. (MK/TP)

* "Şiddetli denir asi ırmağa / ama kimse şiddetli demez/ Onu sıkıştıran yatağına. Çev. A. Kadir- Gülen Aktaş http://www.siir.gen.tr/siir/b/bertolt_brecht/siddet_uzerine.htm

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/213809-muzaffer-kaya-nin-beyani