Türkiye’de ‘Üniversite’: Çıkmak mı Zor Kalmak mı? (Suça Ortak Olmayanların Hakikati - Dosya 12)

Yazar / Referans: 
Gülcan Dereli, Yeni Yaşam Gazetesi
Tarih: 
08.09.2019

Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararı ile bir kez daha gündeme gelen Barış Akademisyenleri’ne dair okurlarımız için bir yazı dizisi hazırladık. Yazı dizimizin ilk bölümünde, ne dediler de bu kadar yoğun baskıya maruz kaldılar ve yaşadıkları hukuksal süreci özetledik. Yazı dizimizin devamında ise Barış Akademisyenleri’nin kendi anlatımları, hikayeleri, kayıpları, zorlukları, dayanışmaları yer alacak. Kendi kalemleriyle hikayelerini yazacaklar. Son olarak Türkiye’nin toplumsal bilincine her alanda katkı sunan bu zihinlerin makalelerine yer veriyoruz. Uzmanlık alanları üzerinden ülkenin içinde bulunduğu durumu yorumladılar, analiz ettiler. Yani kendilerini ve ülkenin halini anlattılar.

Barış Akademisyeni Işıl Ünal, Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı bildiriye imza attığı için KHK ile Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’ndeki görevinden ihraç edildi.

Işıl Ünal

Türkiye’de ‘Üniversite’: Çıkmak mı zor kalmak mı?

İktidarın üniversiteye yönelik tavrının, genellikle, bilgi üretimini çeşitli araçlarla denetlemek ve egemen bilginin yeniden üretimini teşvik etmek olduğu bilinir. Bu anlamda üniversiteler, dünyada ve Türkiye’de, kurumsal özerklik ve akademik özgürlük mücadelesinin yürütüldüğü alanlar olmuştur. Türkiye’de siyasi eleştirileri tehdit olarak gören bir iktidar geleneği, akademik özgürlük düşüncesinin ve pratiklerinin gelişmesine de izin vermemiştir. Bugün, mevcut üniversite yapının, doğrudan bilimsel faaliyetin özneleri hedef alınarak, içerden çürütülmesi süreciyle karşı karşıyayız. Baskılar o dereceye varmıştır ki, akademisyenler adeta emeklilik veya başka yollarla akademi dışına çıkma ile içerde kalıp boyun eğme seçenekleri arasında seçim yapmaktadırlar. Bilimin bilim insanlarıyla var olduğunu ve var olabileceğini düşünürsek, bugün yapılanın, bilimsel faaliyeti ortadan kaldırmanın en etkili yolu olduğunu söyleyebiliriz.

“Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin kamuoyu ile paylaşılması iktidar açısından sıradan bir siyasi eleştiri olarak algılanmamıştır. Bilim insanlarının ülkedeki gelişmelere yönelik tepkilerinin de genellikle sol muhalefetin önceki tepkilerinden farklılık gösterdiği belirtilebilir. Akademisyenler, büyük bir bölümü Marksist gelenekten gelse de, ilk kez kolektif olarak, bir anlamda “Türklük Sözleşmesi” olarak kavramlaştırılan akademik geleneğe aykırı davranmış ve bilim insanı sorumluluklarını öne çıkarmışlardır. İktidardan, ülkenin belirli bir bölgesinde yaşamakta olan Kürt halkına yönelik şiddetin ve bölgedeki çatışmaların durdurularak barışın sağlanmasını talep etmişlerdir. İktidar bu bildiriyle dile getirilen talebi anlamak ve önlem almak yerine, bu açıklamayı bir tehdit olarak algılamış, imzacılara yönelik “cadı avı” başlatmıştır. Şiddetin sona erdirilmesi ve barışın sağlanması talebi elbette ne ulusal hukuk düzeni içinde ne de evrensel hukuk ilkeleri açısından suç değildir. Nitekim Anayasa Mahkemesi olaydan 3 yıl sonra, 26 Temmuz 2019 tarihinde 9 akademisyenin başvurusu üzerine aldığı “hak ihlali kararının” gerekçesinde, “bildiride, o tarihlerde sürmekte olan çatışmaların sona erdirilmesi talebinin baskın olduğu değerlendirilmiştir” ifadesini kullanarak bu görüşü belirtmiştir.

Ocak 2016’dan bugüne süren bir biçimde 2212 imzacı akademisyen, iktidarın yasal prosedürlere dayanmayan cezalandırmalarıyla adeta linç edilmişlerdir. 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek ilân edilen Olağanüstü Hal (OHAL) koşullarından yararlanılarak, Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile terör örgütleriyle “iltisaklı” olduğu ileri sürülerek, binlerce kamu emekçisi gibi, 400’ün üzerinde imzacı akademisyen de üniversiteden çıkarılmıştır. Bu akademisyenler, aynı zamanda, kimi yurttaşlık haklarından da mahrum bırakılmıştır (sigortalı çalıştırılma, kendisinin ve yakınlarının yurtdışına çıkabilmesi vb.). Bildiriye imza atan akademisyenlerin tümü idari soruşturma geçirmediler, ama ilk imzacı 1128 akademisyenden başlayıp 2212’ye doğru genişleterek hemen hemen tümü hakkında adli soruşturma açıldı; yüzlerce akademisyen ağır ceza mahkemelerinde yargılandı, yargılanıyor.

Üniversite dışında akademik yaşam

Bildirinin kamuoyuyla paylaşılmasının üzerinden üç yıldan fazla zaman geçti. İmzacı akademisyenler olarak birçoğumuz üniversitelerden, akademik kurumlardan uzak tutulduk. Dolayısıyla, bilimsel ve akademik faaliyetlerimizi üniversite dışında sürdürdük. Bir anlamda bu, akademinin sınırlayıcı atmosferinden uzakta olmak, akademik özgürlük üzerinde daha fazla düşünebilmek, akademik çalışmayı farklı biçimde deneyimlemek anlamına da geldi. Bu akademik deneyimi bizimle birlikte çalışma isteği duyan geçmişteki öğrencilerimiz ve diğer katılımcılarla birlikte yaşadık. “Başka bir akademinin” arayışı içine girdik, yeni ilkeler ve kurallarıyla farklı bir bilim pratiğini inşa etmeye koyulduk.

“Dayanışma akademileri”, “Sokak Akademisi”, “Kampüssüzler” gibi pek çok deneyim biriktirdik bu dönemde. Aslında başka bir akademi arayışı imzadan sonra doğmadı. Bir süredir “demokratik, özerk üniversite” tartışmasının ötesine geçmiştik ve bizim başka bir yapıya ihtiyacımız olduğunu dillendirmeye başlamıştık. İçinde bilimsel faaliyetlerimizi yürüttüğümüz kurumsal yapıyı ve işleyişi sorgulayan bir akademisyen topluluğu olarak, devletin ve sermayenin denetimi, yönlendirmesi altında “doğa için, toplum için bilim” diye formüle ettiğimiz bilim anlayışının ne ölçüde hayata geçirilebilir olduğu konusu zihnimizi meşgul etmişti. Devletten ve sermayeden özerk bir yapı tasavvuruna yöneldik. Bilim, temel olarak bir anlama ve anlamlandırma faaliyeti olduğuna göre, bilimi bir tahakküm aracı olarak görmeden, doğayı, toplumu ve insanı araçsallaştırmadan bilgi üretimine elverişli ilişki ve ilişkilenme biçimlerini tahayyül etmek önemliydi.

10’nun üzerinde akademi…

Üniversite dışına çıkartılmak, akademik çalışmalarımızı özgürce gerçekleştirme umudumuzu ve dolayısıyla bu yöndeki çabamızı artırmamızı sağladı ve dayanışma akademileri böyle doğdu. “Bizimle her yer akademi” düşüncesi öne çıktı. Sayıları 10’u aşan dayanışma akademileri kurduk. Yerelin olanaklarına bağlı olarak farklı yoğunlukta çalıştı her bir akademi. Tüzel kişiliği önemseyen ve dernek, kooperatif kuran dayanışma akademileri oldu.

Bir tüzel kişiliğe kavuşma meselesini, daha çok, hayatımızı sürdürmek için ihtiyaç duyduğumu kaynaklara erişme, geçim olanakları yaratma açısından önemli gördük. Dayanışma akademileri olarak, birbirimizle görüş ve deneyim alış verişinde bulunmak ve ortak faaliyetlerde bulunabilmek için zaman zaman programlı olarak biraraya geldik. Bilimsel faaliyetin temeli olarak görebileceğimiz “özdüşünümsellik” ilkesini hayatı geçirmeye çalıştık ve bu süreçte kendimizle ilgili yeni ihtiyaç ve olanakları keşfettik ve “başka bir akademi” yi inşa sürecine yöneldik. Yereller düzeyinde ihtiyaçların ve olanakların farklılığı bizi, gücümüzü birleştirerek ortak faaliyetler yapmaya yöneltti. İhtiyaçlarımızı keşfetme ve onları kolektif olarak karşılamanın yol ve yöntemlerini bulma yönündeki çabalarımız, bizi bir dernek kurup onun çatısı altında ortak faaliyetler yürütmeye yönlendirdi.

“Bilim, Sanat, Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği” (BİR.ARA.DA) böyle kuruldu. Farklı mağduriyetlere ve farklı olanaklara rağmen dayanışmayı büyütmek, aramızdaki farklılıklar, daha çok geçinmek, hayatımızı sürdürmek için gerekli kaynakların sağlanmasıyla veya bulunduğumuz yereldeki/üniversitedeki baskı ortamıyla ilgili olarak ortaya çıkıyordu. Üniversiteden çıkarılma, emeklilik hakkı kazanmamış genç akademisyenler açısından geçim olanaklarından mahrum kalmak anlamına geliyordu. Bazı arkadaşlarımız sosyal çevrelerinin sağladığı olanaklarla gelir getirici işler bulabildiler, hatta işyeri açabilenler oldu, tamamen araştırma fonlarıyla ayakta kalabilenler oldu. Eğitim Sen parasal katkıyı sürdürdü ama sendikaların olanakları da farklıydı.

Dayanışma ağları oluşturuldu ama çok sayıda ihtiyaç sahibi olunca bu çabalar yetersiz kaldı. Dayanışma akademileri geçim sıkıntısına pek çare olamadı diyebiliriz. Bireysel olarak sözleşmeleri yenilenmeyerek üniversite dışında bırakılan imzacı akademisyenler ile topluca KHK listelerine konularak üniversiteden atılanlar süreci farklı yaşadılar kuşkusuz. “Muhrec akademisyen” olmanın sınırlılıkları fazlaydı. Pasaport iptali yurtdışı akademik olanakları engelledi. İster KHK listelerinden birinde yer alsın, ister sözleşmesi yenilenmesin, yerelde veya üniversitede tek ya da az sayıdaki imzacıdan biri olan arkadaşlarımız, uygulanan baskı ve şiddet karşısında kendisini yalnız ve çaresiz durumda bulabildi. Böyle bir çaresizliği yaşayan genç bir arkadaşımız Mehmet Fatih Traş oldu.

Çukurova Üniversitesi Ekonometri Bölümü’nde araştırma görevlisiyken sözleşmesi yenilenmeyen ve başvurduğu diğer üniversitelerin hiçbirinden olumlu yanıt alamadığı için bunalıma girip intihar eden arkadaşımızı hiçbirimiz unutamıyoruz. Bu zorlu bir süreçte direnişin, mücadelenin ve dayanışmanın öğrenmemiz gereken tek bir formülü, kolay bir yolu yok. Dayanışmanın güçlendirilmesi pek çok zorluğu aşmayı getiriyor ama onun da sihirli bir formülü yok.

Bugünden bakınca

Türkiye üniversiteleri Bulunduğum yerden üniversiteyi nasıl görüyorum? Bu kurumun içinde yaşadığım zamanlarla kıyaslarsam üniversite bugün çok farklılaşmış gibi geliyor bana. Ama hem bizim üniversite dışına çıkarılmamız karşısında üniversite kamuoyunun sergile(yeme)diği tepki hala zihnimin bir köşesinde duruyor hem de son zamanlarda artan taciz ve tecavüz olayları karşısında üniversite yönetimlerinin tarafgirliği, ilgili birimlerin mevcut “taciz yönetmeliklerini” bile işletememeleri dikkatimi çekiyor.

Türkiye’de üniversiteler toplumsal olaylar karşısında sessiz kalarak iktidarla suç ortaklığı yapma konusunda hep eleştirilmişlerdir. Bu durum biz üniversitedeyken de böyleydi. Dün olduğu gibi bugün de, kendisini muhalif sayanların hem kendi akademik faaliyetlerinde hem de öğrencilerin akademik çalışmalarına yönelik “müdahalelerinde” iktidarın sözcüsü kesilmelerinin, bir anlamda otokontrol uygulamalarının onları bilim insanı olmaktan çıkardığını düşünüyorum. Bugün, akademisyenlerin içinde yer aldığı sendika ve benzer örgütlü yapıların bile, muktedirlere tepki göstermenin üniversite içindeki üyelerini ürküteceğini, üye kaybının yaşanabileceğini düşünerek kimi olaylar karşısında tepkisiz kalmayı tercih ettiklerini maalesef gözlemleyebiliyoruz.

Bu durum, üniversitelerin muhalif kamuoyunun ve örgütlü kesimlerinin toplumsal olaylara salt “sessiz kalma” gibi görece daha anlaşılabilir bir sorun yaşamadığını, üniversitelerin içten çürümeye yüz tuttuğunu üzülerek izliyorum. Genel olarak en sağlam duran öğrencilerimiz oldu diyebiliriz. Ama kampüslerde lisans öğrencileri için özel operasyonlar düzenlendiğini ve pek çoğunun disiplin cezaları verilerek üniversitelerden uzaklaştırıldığını biliyoruz. Kampüslerin sessizliğinde bu “operasyonların” da büyük bir payı var.

Geçtiğimiz süreçte karşı karşıya kaldıkları baskılara ve şiddete rağmen iktidara itaat etmeyeceğini haykıranlar, KHK listelerine konulup gözaltına alınırken (Kocaeli’ndeki 19 imzacı) barış talep etmeyi sürdürenler, kampüslerden çıkmayacağını ilan edenler (Cebeci Direnişi) yine barış akademisyenleri oldu. Bunun yanında, birkaçı hariç fakülte kurulları ve diğer akademik kurullar barış akademisyenlerinin üniversite dışına çıkarılmalarına, “terörle iltisaklı” olarak suçlanmalarına yüksek sesle kurumsal bir tepki gösteremediler. Mevcut üniversiteler yapı ve işleyişin dışında başka bir akademi inşa edebilme olanağımızı geliştirmek, aynı zamanda barışın temelini oluşturan kültürel dönüşümle ilgili adımlar atabilmek birincil hedefimiz olmalı. Barış için adım atabilmeyi başarabilirsek, savaş/şiddet sarmalından kurtulmayı ve demokratikleşmeyi başarabiliriz.

Tarihe düşülen notlar

Barış bildirisine imza attıkları için yargılanan ve KHK’lerle ihraç edilen akademisyenlere dair 3 kitap çıktı. Bu kitaplar şöyle: Akademisyenler anlatıyor: İmza ve Ötesi, Akademisyenlerden KHK Öyküleri, Olağanüstü Zamanlarda Akademiyi Savunmak.
Aynı zamanda Marksist düşünür Étienne Balibar, “Libre Parole”, “Demokrasiyi Demokratikleştirmek – Özgür Konuşma” yeni kitabını Barış Akademisyenleri’ne ithaf etti.

Demokrasiyi Demokratikleştirmek

Marksist düşünür Étienne Balibar’ın yeni kitabı “Libre Parole”, Bediz Yılmaz tarafından Türkçe’ye çevrildi. Balibar’ın ‘ifade özgürlüğü’ üzerine kaleme aldığı denemelerden oluşan, Türkiye’deki Barış Akademisyenleri’ne ithaf ettiği kitabı “Demokrasiyi Demokratikleştirmek – Özgür Konuşma” adıyla İletişim Yayınları’ndan çıktı.

Olağanüstü Zamanlarda Akademiyi Savunmak

İnsan hakları ve düşünce özgürlüğü alanındaki ön açıcı çalışmalarıyla bilinen Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak ve Prof. Dr. Yaman Akdeniz tarafından kaleme alınan “Barış İçin Akademisyenler-Olağanüstü Zamanlarda Akademiyi Savunmak” başlıklı kitap, bu soruşturma ve suçlandırmaların hukuki açıdan sorgulamasını yapıyor. Kitap İletişim yayınlarından çıktı. Kitap İletişim yayınlarından çıktı.

Akademisyenler anlatıyor: İmza ve Ötesi

Gazeteci Nurettin Öztatar, ‘Barış Bildirisi’ imzacısı akademisyenlerin ihraç sürecinde ve sonrasında yaşadıklarını ‘İmza ve Ötesi’ kitabında bir araya getirdi. İhraçların ardından akademinin durumunu da gözler önüne seren kitap, ihraç edilen 18 Mülkiyeli akademisyene yöneltilen sorular ve yanıtlarıyla başlıyor. Kitap Ütopya yayınevinden çıktı.

Akademisyenlerden KHK Öyküleri

Kitapta, barış talep ettikleri için KHK ile işlerinden edilen akademisyenlerin kişisel hikâyeleri yer alıyor. Kitapta öyküleri bulunan yazarlar şöyle: Didem Dayı, Ahmet Özdemir Aktan, Serdar Ulaş Bayraktar, Filiz Arıöz, Kuvvet Lordoğlu, Ferda Fahrioğlu Akın, Gül Köksal, Cenk Yiğiter, Özgür Müftüoğlu, Tolga Tören, Nilay Etiler, Mustafa Oğuz Sinemillioğlu, Hafize Öztürk Türkmen, Nejla Kurul, İbrahim Kaboğlu.
Kuvvet Lordoğlu tarafından yayına hazırlanan kitapta yazar Sema Kaygusuz, Ercan Kesal ve Burhan Sönmez’n görüşleri de yer alıyor. Kitap Nota Bene Yayınları’nda çıktı.

Yarın: Meral Camcı, Mustafa Oğuz Sinemillioğlu

Kaynak: http://yeniyasamgazetesi1.com/turkiyede-universite-cikmak-mi-zor-kalmak-mi/