Sağlıkta AKP dönemi: Taş Üstünde Taş Kalmadı! / Kriz ve Sonrası / Ana Akım Medyayı Ararken… (Suça Ortak Olmayanların Hakikati - Dosya 7)

Yazar / Referans: 
Gülcan Dereli, Yeni Yaşam Gazetesi
Tarih: 
03.09.2019

Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararı ile bir kez daha gündeme gelen Barış Akademisyenleri’ne dair okurlarımız için bir yazı dizisi hazırladık. Yazı dizimizin ilk bölümünde, ne dediler de bu kadar yoğun baskıya maruz kaldılar ve yaşadıkları hukuksal süreci özetledik. Yazı dizimizin devamında ise Barış Akademisyenleri’nin kendi anlatımları, hikayeleri, kayıpları, zorlukları, dayanışmaları yer alacak. Kendi kalemleriyle hikayelerini yazacaklar. Son olarak Türkiye’nin toplumsal bilincine her alanda katkı sunan bu zihinlerin makalelerine yer veriyoruz. Uzmanlık alanları üzerinden ülkenin içinde bulunduğu durumu yorumladılar, analiz ettiler. Yani kendilerini ve ülkenin halini anlattılar.

Nilay Etiler

Barış Bildirisine imza attığı için Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Dahili Tıp Bilimleri, Halk Sağlığı Bölümü öğretim görevinden alınan Prof. Dr. Nilay Etiler, Türkiye’nin AKP dönemindeki sağlık sistemini kaleme aldı.

Sağlıkta AKP dönemi: Taş üstünde taş kalmadı!

AKP’nin 3 Kasım 2002’de iktidar olmasının ülkenin siyasi tarihinde önemli bir dönemeç olduğu herkesçe malum. Sağlık hizmetleri açısından ise sürmekte olan neoliberal sağlık politikalarının bir sonraki evreye taşındığı bir dönem oldu. AKP’nin ilk dönemlerinde sağlık hizmetlerinde kuralsızlaşma ve yeniden yapılanma söz konusuyken, 2011 yılından sonra girişimci devlet dönemi başlamıştır (kamu-özel ortaklıkları vb).

Türkiye’de sağlık hizmetlerinde neoliberal dönem 1986 yılındaki Dünya Bankası sağlık sektörü araştırmasına kadar gider. Bilindiği gibi neoliberal yani yeni sağ politikaların esası, sosyal devletin toplum adına yaptığı harcama kalemlerinin azaltılması ile sermayeye kaynak aktarmaktır. Devletin kamu hizmetlerinden çekilmesi hem bu alana artık kaynak ayırmayıp “tasarruf” etmesi hem de boşalttığı alanı dolduran sermayeye yeni bir kazanç kapısı açması demektir. Sağlıkta da böyle oldu.

SDP reform programı

AKP öncesinde dönemde, mevcut sağlık sisteminin yıpratılıp işlevsizleştirilmesi temel strateji idi. Birinci basamak sağlık hizmetlerinin sunulduğu sağlık ocaklarının personel ve lojistik açıdan desteksiz bırakılması, hastanelerde döner sermaye uygulaması ile “kendi yağında kavrulma” döneminin başlaması gibi örnekler verilebilir.
AKP’nin iktidara geldikten kısa süre sonra ilan ettiği Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın (SDP), ilk bakışta yıllardan beri yaşama geçirilmeye çalışılan Dünya Bankası reform programı olduğu kolaylıkla görülebiliyordu. Diğer yandan yeni sağ politikaların diğer alanlardaki uygulamalarının da sonuçlarının kamu sağlık hizmetlerine yansıdığını, örneğin sağlıkta taşeronlaşmanın yaygınlaştığını, kamu personel rejimi ile özel sektör kurallarının kamuya yaygınlaştığını da not düşelim.

AKP’nin ilan ettiği SDP’nin bileşenleri şöyle idi: birinci basamak hizmette sağlık ocağı yerine aile hekimliği sistemi, kamu hastanelerin işletmeleştirilmesi ve sağlık hizmetlerinin genel vergilerden finanse edilmesi yerine genel sağlık sigortası (GSS) fonu yoluyla kamu sigortacılığı modeline geçilmesi.

Piyasalaşma süreci

Aile hekimliği olarak adlandırılan sisteme geçiş, basit bir kurumsal değişimin ötesinde birinci basamak hizmetlerin bütüncül ve entegre niteliklerini ortadan kaldıran özellikler taşıyordu. Bu durum, koruyucu sağlık hizmetlerinin bazılarının aile hekimlerine bazılarının sağlık teşkilatının diğer birimlerine bir kısmının ise bakanlıklara devredildiği şeklinde özetlenebilir.

Sağlık hizmetlerinin piyasalaşması süreci en fazla kamu hastanelerinde kendini gösterdi. İlk olarak devletin, özel hastanelerden hizmet satın almasına dair düzenleme yapıldı. Kamu hastaneleri ise zaman içinde birbiriyle rekabet eden, kendi kirasını kendi ödeyen, pek çok hizmeti -sağlık hizmetleri dahil- taşeron şirketler aracılığıyla yürüten, çalışanlarının önemli bir kısmı sözleşmeli olan kuruluşlar haline geldi. Diğer yandan kamu hastanelerinin şehir dışında büyük kampüslere taşınmasıyla kent merkezleri özel hastanelere bırakıldı. Yıllar içinde özel hastane yatak sayıları artış gösterdi.

Yeni Osmanlıcılık inşası

Sağlık reformları beraberinde kışkırtılmış bir hizmet talebi ve hastaların yüksek beklentisini doğurdu. Türkiye nüfusu 2002’de yılda üç kez hekime başvururken bugün bu rakam dokuza ulaşmış durumda! MR vb tıbbi cihazların sayıca epey artmasının yanında bu cihazların 24 saat boyunca çalıştırılmasıyla kişi başına düşen görüntüleme sayılarında dramatik bir artış yaşandı.

AKP’nin sağlık uygulamalarından söz ederken bir kaç noktayı anmadan geçmeyelim: ilki kürtaj ile ilgili sınırlamalar, diğeri tıbbi nebeviyi de kapsayan geleneksel sağlık uygulamaları ve son olarak aşı karşıtlığı. Bunlar, AKP’nin muhafazakar ve siyasi İslamcı niteliğinin bir tezahürü olmanın ötesinde bir işlev gördü, bu da Yeni Osmanlıcılık diye özetlenebilecek bir kültürün inşası idi. Özellikle aşı karşıtlığı bir yanıyla bilim karşıtlığının örgütlendiği bir tablo çıkardı.

AKP sağlığa zararlıdır!

Sonuç olarak, AKP dönemi sağlık açısından taş üstünde taş bırakılmayan bir dönem oldu. 12 Eylül sonrasından devralınan “görev”in tamamlandığı, bir üst kademeye taşındığı ve bunun sonucunda sağlık hizmetlerinin aşırı tıbbileşmesi, ticarileşmesi, piyasalaşması yanında bilimdışılaşması gibi durumların yaşandığı bir dönem yaşanıyor. Bunca sözü meydanlarda çokça duyduğumuz bir slogan özetliyor: “AKP sağlığa zararlıdır!”

Özgür Öztürk

Ondokuz Mayıs Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Doç. Özgür Öztürk, Türkiye’nin içinde bulunduğu iktisadi durumu yazdı.

Kriz ve sonrası

Ekonomik krizler genellikle önce para-kredi alanında başlayıp sonra diğer (“reel”) sektörlere yayılıyor. Krizin ilk patlak verdiği finans dünyası, kaprisli ve öngörülmesi zor bir alan. Bu nedenle kriz bir “kaza” gibi, normalde işleyen bir mekanizmanın bozulmasına neden olan “dış” bir unsurun sonucu gibi görülebiliyor. En azından siyasi iktidarlar ve sözcüleri, olayın bu şekilde algılanmasını istiyor. 2018 Ağustos ayında döviz kurunun hızla yükselişinin ardından, geçen bir yıl içinde işsizlik, büyüme, enflasyon gibi temel makro göstergelerde ciddi bozulmalarla karşılaştık. Her ne kadar iktidar cephesi krizi dış güçlerin komplosu gibi sunmaya çalışsa da, 2019 yerel seçimlerinde halkın bu mitolojiyi “satın almadığını” gördük.

Fakat muhalefetin de sahici bir açıklama ve çözüm öneremediğini görüyoruz. AKP’nin “bu işi beceremediği” savunuluyor. Otoriter-keyfi yönetimin yabancı sermayeyi ürküttüğü, kimsenin Türkiye’de yatırım yapmak istemediği, bu nedenle üretim ve istihdam kaybı yaşandığı da öne sürülüyor. Kısacası üretim ilişkilerinde, mülkiyet yapısında, sınıfsal güç dengelerinde sorun yok, biraz basiretle mesele hallolacak.

Oysa “mesele” bu kadar basit değil. Aksine, 12 Eylül sonrasında zor yoluyla kurulan ve on yıllardır ana hatlarıyla sürdürülen bir “model”in iflasıyla karşı karşıyayız.

Sermayenin kârı gözetiliyor

Modelin üretim ayağında, sözde ihracata dönük, özde ithalata bağımlı bir sanayi yapısı var. Ara girdileri ve petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarını ithal eden Türkiye sanayisi, ürettiği düşük teknolojili ürünleri ihracata (başta Avrupa pazarlarına) yönlendiriyor. Sert uluslararası rekabet bağlamında, ülke içinde ücretler düşük tutulurken, ihracatçı büyük sermaye kesimlerinin kârlılığını gözeten politikalar uygulanıyor. Genel olarak emekçi kitle günden güne yoksullaşıyor.

AKP’nin yönetememe krizine yanıt

Yoksulluğun (yok edilmeyip) yönetilmesi, aslında AKP’nin en başarılı olduğu konulardan biri. Bu “başarı”nın bir ayağını sosyal yardımlar, diğerini ise giderek yaygınlaşan krediler (hanehalkı borçlanması) oluşturuyor. Böylece reel alım gücü azalan insanlar bir şekilde ayakta tutulabiliyor. İdeolojik aygıtın din-iman eksenli yeniden yapılanışı da burada çok önemli bir işlev görüyor.

Gezi isyanı bu modelin özellikle kent merkezilerinde artık pek işlemediğini gösterdi. AKP’nin bu yönetememe krizine yanıtı ise bilindiği gibi baskıyı artırmak oldu. Fakat son bir-iki yıldır bu da pek işe yaramıyor. Görünen o ki, hemen tüm siyasal aktörler, açıkça “Erdoğan sonrası” Türkiye’deki yeni konumlarına hazırlanıyor. Bu “sonraki” evreye geçişin nasıl olacağı ise belirsiz.

Başka bir dünya kurabiliriz

Sermaye sınıfının ve devletin, bir “kontrollü geçiş” sürecini olgunlaştırmaya başladığı söylenebilir. Emekçilerin ve ezilenlerin ise, görüntüye aldanmayarak, örgütlü mücadeleyi geliştirmesi gerektiği kanısındayım. “Başka bir dünya”yı ancak biz kendimiz, emeğimizle, alın terimizle, dayanışmamızla kurabiliriz.

Adem Yeşilyurt

Barış Akademisyeni Adem Yeşilyurt, Kocaeli Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi’yken ihraç edildi. Genç akademisyen Yeşilyurt, medyanın içinde bulunduğu durumu özetledi.

Ana akım medyayı ararken…

Sınır Tanımayan Gazeteciler’in her yıl yayımladığı Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre Türkiye, 2002 yılında 99. sıradayken, 2019 yılında Rwanda ve Irak’ın ardından 157. sıraya düştü. Aynı rapora göre en fazla profesyonel gazetecinin hapiste olduğu ülke yine Türkiye. Bugün Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın son verilerine göre 131 gazeteci cezaevinde. Tabi malum, biz bu yazıyı yazarken bile bu rakam artmış olabilir…

En basit tanımıyla gazetecilik, hakikati arayıp ortaya çıkarmayı ve gerçekleri kamuoyuyla paylaşmayı amaçlar. Böyle olunca da doğrudan başka taraf tutmasına gerek kalmaz. Demokrasinin gereği böyle bağımsız ve çok sesli bir gazeteciliktir. Oysa bugün ana akım medyanın işlevini tamamen yitirdiği, hatta neredeyse hiç kalmadığı, sahibinin sesi konumuna indirgenmiş tek sesli bir medyayla karşı karşıyayız.

Haber yapan yargılanıyor

17 yıldır iktidar olan AKP, bugün artık medyanın yüzde 90’ından fazlasını ya doğrudan satın alarak ya da dolaylı olarak kontrol altında tutarak kendi sesi haline getirmiş durumda. Gazeteler aynı manşetlerle çıkıyor, televizyon kanalları sürekli aynı kişileri ekranlara taşıyor, HDP olmadan Kürt siyasetini, kadınlar olmadan kadın cinayetlerini, imzacı akademisyenler olmadan Barış için Akademisyenleri konuşabiliyorlar. Yeni yasalarla artık internet yayıncılığını da denetleyen RTÜK bir sansür kurumu haline dönüşmüş durumda. Sadece 2011-2018 yılları arasında 468 haberle ilgili yayın yasağı kararı alınarak halkın doğru bilgiye ulaşma hakkı elinden alınmış. Bir yandan sarı basın kartı Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından verilmeye başlanmış ve meslek örgütleri sürecin dışında bırakılmışken, diğer yandan kurumların uyguladığı akreditasyon bilmecesi devam etmekte. Normalde sadece adliye muhabirlerinin kapısını aşındırması gereken adliye sarayları gazetecilere açılan sayısız dava sonucunda meslektaşların buluşma noktası haline gelmiş. Muhabirler yaptıkları haberler nedeniyle haklarında açılan davalarla uğraşmakta. Bu arada Cumhuriyet gazetesinin bazı yazarları ve yöneticileri hala haksız yere hapiste…

Oldukça karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım ama durum bundan ibaret. Zaten bu da gazetelerin gittikçe düşen tirajlarında ve kimi televizyon yayınlarının izlenme oranlarının dip yapmasında kendini gösteriyor. Tamamen bir propaganda aracı haline gelmiş yayın kuruluşlarının artık AKP’nin kendi tabanında bile pek inandırıcılığı kalmadı. Sözde kamu hizmeti yayıncılığı yapması beklenen TRT’nin geldiği hal de ortada…

Bugün doğru habere ulaşmak için alternatif medyaya ve uluslararası medya kuruluşlarının Türkiye şubelerine bağlı kalmış durumdayız. Bu bağlamda bir nevi ana akım medyanın işlevini üstlendiklerini söylemek yanlış olmaz sanıyorum, yani iyi ki varlar! Şu gerçeğin altını çizerek bitirelim; ne akademisyenleri üniversitelerinden ihraç ederek akademiyi ve bilimi bitirebilir, ne de gazetecileri hapsederek, işinden ederek, kontrol altında tutmaya çalışarak hakikati gizleyebilirsiniz. Gazetecilik de öyle siz istediniz diye bitmez, küllerinden yeniden doğar.

Yarın: Lütfiye Bozdağ, Ozan Devrim Yay

Kaynak: http://yeniyasamgazetesi1.com/suca-ortak-olmayanlarin-hakikati/