Aslı Odman'ın Beyanı

Yazar / Referans: 
Hikmet Adal, Bianet
Tarih: 
01.07.2019

"Pek çok dilde vicdan, bilmek kelimesinden türer, 'bilgiden doğan' anlamına gelir. Bir bilim insanı olarak, bu bilginin sorumluluğunun doğal devamı anlamında vicdani bir imzadır bu."

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden Öğretim Görevlisi Aslı Odman'ın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 27. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz

Bu beyanı vermek benim için çok zor. Huzurunda bulunduğum bu mahkemede aynı Bildiri'ye imza koyduğumuz için 15 ay ertelemesiz hüküm alan Füsun Üstel 53 gündür Eskişehir Kapalı Cezaevi'nde mahkum. Bugün itibarıyla bu mahkemede tam 31 kere Terörle Mücadele Yasası'nın 7/2. maddesinin ihlali gerekçesiyle oybirliği ile 15 ay hapis cezasına hükmedilmiş. Bu rakam artık 34 oldu.

Bunlardan beş meslektaşımınki ertelenmemiş. Çağlayan'da on sekiz farklı Ağır Ceza Mahkemesi ve bunlara İstanbul dışından yetkisizliklerle eklenen onlarca mahkemede 800'e yakın Barış Bildirisi imzacısı hakkında birbirinin tıpkısının aynısı iddianameler, tıpkısının aynısı mütalaalar ve neredeyse tıpkısının aynısı gerekçeli kararlarla toplam 200 kere 15 aydan 36 aya kadar değişen hükümler verilmiş.

Çok kısa bir zaman önce bu elinizde tuttuğunuz iddianamenin müellifi Cumhuriyet Başsavcısı İsmet Bozkurt hakkında, ' tahkikat aşamasını yürüttüğü "FETÖ" dosyalarında para karşılığında şüpheliler hakkında takipsizlik kararı verdiği iddiası ile' soruşturma başlatıldı ve açığa alındı. Aklandığına dair herhangi bir haberimiz yok. Biz bu büyük şaibe altındaki Cumhuriyet Savcısı'nın yazdığı iddianame ile hükümler almaya devam ediyoruz.

Bu iddianame hattında hükümlerin giydirildiği, sanık sandalyesine oturtulan meslektaşlarımın beyanlarına, adil yargılama hakkı ihlallerine ve haklarında kurulan hükümlerin tutarsızlığına, keyfiliğine tam iki senedir tanığım. Bu beyanı yazmadan bu mahkemeden çıkmış hükümlerin gerekçeli kararlarını bile okuma şansım oldu. Sormak istiyorum: Bu objektif şartlar altında buradaki niyetlerden bağımsız olarak her dosyanın biricikliği, suçun şahsiliği ve maddiliğinin unsurlarının oluşması, yargının tarafsızlığı gibi yargılama sürecinin olmazsa olmazlarının gerçekleşmesi mümkün olabilir mi? Bunların gerçekleşmediğini herkesin bildiği bir durumda bir beyanda bulunmamın ne anlamı, ne etkisi olabilir? Bunları samimiyetle sormak istiyorum. İşte bu yüzden bu beyanı vermek çok zor.

Bu iddianamenin, iddianamelerde bilimsel yayınlarda referans misali olmazsa olmaz olan lehte ve aleyhte en ufak bir delili barındırmadığına, bir kanaatler manzumesi olduğuna avukatım Meriç Eyüboğlu iki senedir yaptığı gibi bugün de derinlemesine hukuki dayanakları ile değinecek. Burada sadece birkaç bariz hukukilik dışılığa, herhangi bir önem sırası gözetmeden işaret etmekle yetineceğim:

İddianame metni 'tarihi bir perspektif ve konjonktürel bir yaklaşımla' analiz yapacağım derken, tüm sanıkları beraat eden Ceylanpınar davasını çatışma sürecini tek taraflı tekrar başlatan olay olarak sunmakta, Barış Bildirisi metnine eklenen İngilizce tercümeyi çarpıtarak, içindeki kelimeleri algı oluşturmak üzere kendince çevirip, mesela 'Kürt illerini' 'Kürdistan' diye  orijinal metinden ayrılarak tekrar Türkçeye çevirmekte, gene Adliyeye sorguları devam eden akademisyenlere desteğe geldiğinde çantasında legal bir partinin Nevroz davetiyelerini taşıdığı için hakkında dava açılan Chris Stephenson'un bu davada beraat ettiği bilgisini gizlemekte, talimat aldığım iddia edilen, Bese Hozat adlı üst düzey örgüt yöneticisinin ' Türkiye metropollerinde yaşayan milyonlarca Kürte' seslendiği, tarihi bile yanlış verilmiş bildirisini, sanki aslen 'aydın ve demokratik çevrelere seslenmiş gibi' çarpıtarak, orijinal bildiri metnini dosyaya kanıt diye koymaya zahmet bile etmemekte, bu bildiriyi imzalamak için aldığımı iddia ettiği talimatı ne yolla, ne zaman aldığıma dair en ufak  delil göstermemekte,  hiçbir sorgulama ve tutuklama geçirmemiş olmamama rağmen, 'deliller' kısmına 'sorgu tutanakları ve tutuklama müzekkerelerinden' söz etmekte, 'Türkiye Devleti %100 haklıyken haksız düşürmeye çalışmak' diye hiç bir delil ve yargılama sürecine dayanmayan bir haklılık/haksızlık kategorisi geliştirip, ve yalnızca bu kişisel yorumdan yola çıkarak beni de hukuk dışı olmakla itham etmekte, Bildiriyi 'hakikatleri ters yüz etmekle, çarpıtma ve ters algı operasyonu yapmakla' itham edip, Barış Bildirisi'nin suçlar işlendiğini iddia ettiği ve eleştirdiği Kürt illerinde gerçekleşen, onlarca bir birinden farklı yapı, yönelim ve mesleki donanıma sahip ulusal ve uluslararası kurum tarafından kaleme alınan raporlarda belgelenen insan hakları ihlallerinin, hakikatte olup olmadığına dair kamu adına re'sen soruşturma yapma yetkisi varken, Savcılık kurumu olarak mesleki imkan ve vazifesinden doğan bu tasarrufta bulunmamaktadır.

Burada huzurunuzda iddia makamına, toplumsal barış için bizim mesleğimizden daha elzem gördüğüm hukuk mesleğinin, adaletin kurumsal tecellisinin icracılarından olan savcılık makamına sormak istiyorum:

Bu denli  hukuk ilkelerinden uzak, özensiz ve yüzeysel bir kanaatler manzumesi teşkil eden, ama beni Ağır Ceza Mahkemesi'nde sanık eden ve hayatımın her anını etkilen bu iddianamede delil nerededir?  İçinde ismini bile geçirmeden nasıl 'terör örgütü propagandası' yapılabilmişim?

Lafzı ve ruhunda, barış sürecine geri dönüş, insan hakları ihlallerinin soruşturulması talebi varken, bu talebi de vatandaşlık bağı ile bağlı olduğum, yani yasallığından ve meşruluğundan sual etmediğimiz devlete kamusal alanda hitap ederek ifade eden bu metin nasıl ve tam olarak,nerede şiddet ve cebire açık çağrı içermektedir?

Bildirinin kamuoyu ile paylaşılmasının üzerinden üç seneyi aşkın bir süre geçmiş ve bu Barış Bildirisi referanslı en ufak bir şiddet eylemi yaşanmamış, tam tersi bu bildirinin imzacıları sistematik hukuki, politik, idari ve psikolojik şiddete maruz kalmışken bu suç isnadını hukuken ve mantıken neresinden tutabilirim ve nasıl bir savunma yapabilirim? Mahkeme salonlarında devletin temeli olduğu yazan adaletin tesisi için gerekli olan hukukilik ilkesini arıyorum.

Her ne kadar sanık olarak ilk defa olsa da, bu benim Ağır Ceza Mahkemelerine ilk gelişim değil. Benim alanda çalıştığım ve tanık olabildiğim 2007 senesinden beri iş cinayetlerinde hayatını kaybedenlerin aileleri, bu önemli kamu güvenliği sorununun üzerini Özel Hukuk alanına has tazminatlarla kapamayıp,  davalarının Ceza Hukuku'nda da takipçisi ve adalet talepçisi oluyorlar. Esas kamu düzeni sorununun ne olduğunu, ben aslen canlarını kaybeden işçiler ve ailelerinden öğrendim.

Türkiye'de her gün yirmi ila otuz çalışanın iş kazaları, ve meslek hastalıkları sonucu ölmesi, yüzlercesinin beden ve ruh sağlığını kaybetmesi bir kamu düzeni sorunu değildir de nedir? Ama şimdiye kadar hiçbir zaman devlet ve özel sektörde iş cinayetlerinin oluştuğu süreci etkileyebilecek kadar yetkili konumda olanların, sorumluluk taşıyanların etkin soruşturulduğunu ve caydırıcı cezalara çarpıldığına şahit olamadık. Adalet Arayan İşçi Aileleri tam sekiz senedir her ay, kendi ifadeleriyle 'Adalet Saraylarında bulamadıkları adaletin' talebi ile, meydanlarda, sokaklarda Adalet ve Vicdan Nöbeti tutuyorlar.

Ceza caydırıcı olmayınca, işveren için 'işçiyi çalışırken ölüme götürecek iş koşullarının devamı', önlem almaktan  daha 'ekonomik' olmaya devam ediyor. İş cinayetlerini önlemek için kamu gücü kullanan devlet kurumları pozitif eylem yükümlülüklerini yerine getirmiyorlar. Böylelikle kaza ve hastalıkların nedenleri kahredici mükerrer şablonlarla her gün her gün yeniden üretiliyor.

Cezasızlıkla ödüllendirilen her iş  cinayeti, bir yenisini davet ediyor. Mesela ta 2008'den beri yakınlarını kaybeden ailelerin takip ettiği Davutpaşa patlaması davasında, yani tam 21 canın gittiği, 115 kişinin de yaralandığı maytap atölyesi patlamasına ilişkin davada, Bakırköy 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 4 belediye görevlisine sadece 10 ila 20 ay arası ertelenmiş hapis cezaları verildi. Böyle bir ceza kamu ihmali için caydırıcı olur mu? Ceza Kanunu burada işletilmezse, metropollerde daha büyük sanayi felaketlerine davetiye çıkarılmaz da ne olur?

Metropolde sanayi felaketi, onbinlerce insanın aynı anda hayatını tehdit eden bir kamu güvenliği sorunu değildir de nedir? Bu durumda hangimiz kendimizi Istanbul'da kamu güvenliği tesis edilmiş gibi hissedebiliriz?

Mecidiyeköy'deki Torunlar Center inşaatında 10 işçinin ölmesiyle ilgili davada ise İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi  yedisi şantiyenin iş sağlığı güvenliği uzmanı olan, hiç bir yetki taşımayan sanığa taksirle insan öldürmekten 8 yıl 4 ay hapis cezası verdi. Bu ceza ise, 60 bin 800'er lira adli para cezasına çevrildi. Bir işveren için 10  cana mal olan işçi sağlığı önlemleri alınmamış bir şantiyenin maliyeti sadece altmış bin ek lira iken, işverenler işçi ölümlerine davetiye çıkartacak özensizlikte, acelecilikte şantiyeler kurmaktan vazgeçer mi? Aynı dönemde bu Adliye Sarayı'nda Barış Bildirisi imzacısı akademisyenler 25 ay, 27 ay, 30 ay, 36 ay hapis cezalarına çarptırılmaktaydı.

Türk Ceza Kanunu Madde 1: “Ceza Kanununun amacı; kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemektir” diyor. Ben buna inanarak mesleğimi icra ediyor, buna inanarak Türkiye Cumhuriyeti'nin bir vatandaşı olarak yaşamaya devam ediyorum.

Türkiye'de bugün her gün onlarca insanın canını alan, yasaya göre çalışma barışı, yaşam hakkı gibi ilkelere uymak zorundayken, insan öğütme makinesine dönen işyerlerindeki çalışma koşulları  kamu düzen ve güvenliği, toplum barışı, kamu sağlığı sorunu olarak Ceza Mahkemelerinde tescil ettirilemezken, beni Kürt illerindeki sivil ölümlerine, zorla yerinden etmelere karşı çıkan bir Barış Bildirisinin 2212 imzacısından biri olarak 'kamu güvenliğine karşı suç işleme' isnadı ile Ağır Ceza Mahkemesi'ne çıkarıyor.

Polisteki ifademi 'Kamu Güvenliği' biriminde verdim. Ve 'terör örgütünün cebir, şiddet ve tehdit içeren faaliyetlerini meşru gösterme kastı ile hareket etmekten dolayı' hakkımda suç isnadı kurgulanıyor. Ceza Hukuku yasada tanımlanmış asli görevini yerine getirmez, toplumsal barış, hukuk devleti, kamu güvenlik ve sağlığını etkin koruyamazken, burada yüzlerce Barış Bildirisine imza koymuş akademisyene dava açılarak nice toplumsal hak mücadelesi sonucu yasalarda metin haline gelmiş ilkelere ters düşülmektedir.  

Benim için Barış Bildirisi'ne attığım imza, bir bilim insanı, bir devlet memuru, bir vatandaş olarak kamu yararı, toplumsal barış ve kamu sağlığı amacı için verdiğim mesainin doğal bir devamıdır. Türkiye'de çalışma barışı kisvesi altında her ay yüzlerce insanın ölmesine, imar barışı kisvesi altında kentlerin ve doğanın tahrip edilmesine karşı nasıl bilimsel çalışmalar yapıyorsam, Kürt illerinde sivil halkın canını alan ve haklarını gasp eden çatışmalarda vatandaşı olduğum devletin sorumluluğu olduğuna dair yüzlerce emareye de göz yumamazdım.

'Kürt Sorunu' tabir edilen Cumhuriyet tarihinin onmayan toplumsal çatışma hattı hakkında daha bilgili, daha faydalı ve daha deneyimli bir biyografim olsaydı eğer, sadece bu bildiriye imza koymak dışında da çabalarım olurdu. Bu hiç sesi çıkamayanlar için atılmış spontane ve zayıf bir çığlık teşkil eden Bildiriye 2212 akademisyeni yalnız, bilgisayarları başında bu kadar kısa sürede imza vermeye iten nedenleri, iddianamenin hiç değinmediği, soruşturmaya gerek görmediği, bugün sunacağımız onlarca raporda sabitlenmiş yüzlerce sivil ölümde, yüz binlerce yerinden edilen vatandaşımızın bekesliğinde, yıkılan kentlerde ve kültürel mirasta aramak gerekir. Herhangi bir talimatta değil.

Bir komploda değil. Adalet ve eşitlik duygumuzun zedelenmesindeki ortaklıkta aramak gerekir. Barış Bildirisi yargılama sürecinin tek hayırlı yanı, bu süreçteki tüm sorumlular yargılanıncaya ve mağdurlar için adalet tesis edilinceye kadar bu acı olayları toplumsal bellekte taze tutması olabilir. Pek çok dilde vicdan, bilmek kelimesinden türer, 'bilgiden doğan' anlamına gelir. Bir bilim insanı olarak, bu bilginin sorumluluğunun doğal devamı anlamında vicdani bir imzadır bu.

 Yine aynı bilimsel sorumluluk beni, iki senedir akademisyenlerin de sizler gibi yoğun mesai verdiği Çağlayan Adliyesi'nde çalışanların sağlığı ve iş güvenliğini çalışmaya sevk edebilir. Örneğin iki senedir artık çok sık geldiğim Adliyede onlarca işçi sağlığı ve iş güvenliği ihlali belgeledim. Örneğin bu Adalet Sarayını baştan aşağı kaplayan kırmızı 'red balmoral' granitlerin, burayı kullananların sağlığını tehlikeye atan oranda uranyum ve toryumun parçalanmasından oluşan radyoaktif etkiye sahip radon gazı salınımına yola açıp açmadığını çalışmak elzem gözüküyor.

Binayı kaplayan binlerce camı temizleyen işçilerin yükseklik güvenliği alınarak mı alınmadan mı çalıştırıldığını ayrıca araştırmak gerekiyor. Peki çalışanların sağlığına doğrudan etkisi olan, çalışma koşullarının parçası olan işin yoğunlaştırılması, o değişkene baktığımızda Adli İstatistiklere göre Ceza Mahkemelerinde 2003-2016 arasındaki dönemi 1969-2002 dönemi ile kıyaslayınca hakim başına düşen dosya sayısının yüzde yirmi artmış olduğunu görüyoruz. Ceza Mahkemelerinin üzerindeki güvenlikçi devlet politikalarından kaynaklanan bu artan yükün, güvenlik, katip, mübaşir, savcı, avukat, hakim ve diğer Adalet hizmet kolu çalışanlarının çalışma kaynaklı psiko-sosyal risklere maruziyetini artırıp artırmadığını da çalışıyor olabilirim.

İşte bu toplum yararına halk sağlığı araştırmalarını yaparken araştırma ve ifade özgürlüğüne, yaptığım işin bir üretim aracı olduğu için ihtiyacım var. Bu araştırmanın sonuçları, granit üreticilerinin, bunların ithal edilebilmesi için ihale sistemi içinde ilişki kurduğu kamu görevlilerinin, hapishane, sanık, tutuklu ve hükümlü sayılarını hızla artıran siyasi rejimin kurulmasında aktif rol oynayanların, veya iş yükünü ayarlayan Adalet Bakanlığı bürokrasisinin hoşuna gitmeyebilir.

İşte tam da bu yüzden ifade özgürlüğü ve akademik özgürlükler, tekil ve kısa vadeli çıkarları değil bütünsel olarak yaşam savunusunu merkeze alan bu araştırmanın yapılmasını ve önlem alınmasını sağlayan olmazsa olmazlardır. Bu imzanın aynı doğallık ve aklilik içerisinde suç değil, bir sorumluluk olduğu aşikardır. Bilimin varlık nedeni, kamu yararı, yani tüm canlıların yaşam hakkı ve esenliğinin uzun vadeli gözetildiği kamusal bilginin üretilmesi ve yayılmasıdır.

Bunun sorgulanıyor olması bizatihi toplumsal barış imkanlarına vurulan bir darbedir. Yaşam hakkına saygı ve toplumsal barış talebinin topluma ibret olsun diye yargılanıyor olması, Ceza Kanunu'nun varlık nedenini de, toplumu bir arada tutan bağları da uzun vadede ortadan kaldırır. Bunun vebalinin çok yüksek olduğuna inanıyorum. O yüzden savunmamın en sonunda şahsım için talep ettiğim beraat, aynı zamanda bu ilkenin yaşaması, yeşermesi için bir taleptir, bir çabadır, bir bilgi ve bir inançtır.

Anayasa'nın 130. maddesinde üniversite özerkliği de, üniversitelere kar amacı gütme yasağı da, mensuplarının iş güvencesi de iktisadi ve siyasi çıkar odaklarından bağımsız bilimsel faaliyet yürütebilmesi amacıyla temellendirilmiştir. Yasanın lafzıyla üniversiteler 'ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip' kurumlar olarak tanınmıştır. Anayasa, biz üniversitede çalışan devlet memurlarına aynı anda hem bir hak hem de bir sorumluluk tanımlamıştır.

Bu ana ilkenin ışığında, 1. devletin memurlarının, yargı mensuplarının, kolluk kuvvetlerinin suç işleyebileceği mahkemelerde görülmüş ve derdest binlerce dava ile de açıkken, 2. Türkiye Cumhuriyeti'nin bağlı olduğu ulusal ve uluslararası İnsan Hakları mevzuatı bu realiteden yola çıkarak düzenlenmişken, bir bilim insanı ve vatandaş olarak güvenilir olduğunu takdir ettiğim ve çok farklı bilgi kaynakları tarafından hakikati kanıtlanmış Kürt İlleri'nde yaşanmış insan hakları ihlallerinin son bulmasını ve sorgulanmasını beklemem, kamusal yarar ilkesi ile hareket ederek, yaşam hakkı kadar kutsal bir hakkın ihlaline dair eleştiri hakkımı kullanmam, etkin bir soruşturma talep etmem, bizzat mevcut hükümet tarafından başlatılmış Barış ve Çatışmasızlık sürecine geri dönülmesini talep etmem nasıl suç olabilir? Bu hem bir hak, hem bir sorumluluktur.

Yetkili konumlardaki yargı mensupları biz üniversitelerde çalışan devlet memurlarından çok daha açık bir şekilde taşıdıkları bir sorumlulukları vardır: O da  başta yaşam hakkı olmak üzere çatışmanın yaşandığı bölgelerdeki halkın haklarının tüm devlet gücünü arkasına almış kamu otoritesinin organları tarafından ihlal edilip edilmediği hakikatinin arayışına düşmeleri. Bu yapılıyor olsaydı, Barış Bildirisi de olmayacaktı.

Akademisyenlerin Anayasanın ihlal edilip edilmediğine dair hakikatin peşine düşerken imkanları da araçları da bir bildirinin ötesine geçemezken, yargı mensuplarının elinde hukuk ilkeleri ve toplumsal barışı tesis etme sorumluluğu gereği etkin araçlar vardır. Bunu yapmak yerine, elindeki zayıf araçları büyük risk alarak kullanan akademisyenlere yüzer yüzer dava açmak sorunu daha da derinleştirmiştir.

En nihayetinde burada sayın mahkeme savcıları mütalaalarını okurken 'Kamu Adına' beyan ediyorum demektedir. İşte biz akademisyenlerin kamu adına beyanı da fiili de toplumsal barış için kamusal bilim süreçlerinden süzdüklerimizin beyanıdır. Toplumsal sorunlara karşı bu süzdüklerimizle aldığımız tutumlardır. Bunun cezalandırılmak istenmesi, ne hukuk ne tarih ne de pür akıl karşısında açıklanabilir gelmemektedir.

Son olarak şunu eklemek istiyorum. Bizim işimiz uzmanlık alanlarımızda toplumsal sorunların nedenlerine inecek araştırma çerçeveleri geliştirip, çözüm önerileri getirmektedir. Sorunların sonuçlarını lanetlemek değil. Şiddetin sonuçları şu veya bu taraftan lanetlenip, kınandığında on binlerce yoksul gencin birbirine kırdırılması, ölmesi engellenebildi mi on yıllardan beri? Engellenemedi. Aynı ülkenin doğusundaki vatandaşlarımıza karşı akut insan hakları ihlallerinin birer birer önümüze düştüğü günlerde, tüm tarafların dengeli bir şekilde analiz edildiği  bir makale, bir kitap yazıyor, veya bir konferans düzenliyor değildik, acil yayınlanan bir bildirinin imzacısı olduk. Bu amaçla yayınlanmış bildiride de bunları engelleyebilecek ve vatandaşlarının yaşam hakkını korumak varlık nedeni olan devlete seslenilmesi hayatın doğal akışı gereğidir.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı, Anayasada vatandaş ve bir üniversite mensubu olarak tanımlanmış haklarımı tasarruf edip, sorumluluklarımı yerine getirdiğim için, Barış Bildirisine imza atmış olmamın suç teşkil ettiğine inanmıyorum. Beraatımı talep ediyorum.

(AO / HA)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/209956-asli-odman-in-beyani