Düzgün Uğur'un Beyanı

Yazar / Referans: 
Hikmet Adal, Bianet
Tarih: 
04.04.2019

"Devlete barış ortamı için yapılabileceklerin önerisi niteliğindeki bu metni devlet otoritesini zayıflatma girişimi olarak görmek büyük bir yanılgıdır. İddianame bu yönüyle devlet otoritesinin korkudan ibaret olduğunu varsaymaktadır."

Dicle Üniversitesi'nden Araştırma Görevlisi Düzgün Uğur'un Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 26. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

Öncelikle bu metni niye imzaladığımı kısaca anlatmaya çalışacağım. Daha sonra da iddianamenin somut delillerden uzak ve mesnetsiz iddialarını tek tek açıklayacağım.

Sayın yargıç öncelikle malumunuz ben bir psikoloğum. Akademisyen olarak çalışmadan önce devlet hastanelerinde ve başka kurumlarda psikolog olarak çalıştım. Psikologların bu coğrafyada uğraşmak zorunda kaldığı en önemli ruh sağlığı sorunlarından biri de travmadır. Travmatik deneyimler arasında insan eliyle yaratılan travmanın en şiddetli olduğunu belirtmek isterim. Ne ironik bir durumdur ki en acı veren travma aynı zamanda insan eliyle yaratılan travmadır yani önlenebilir olanıdır. Psikoterapiye dair kafa yordunuz mu bilmiyorum ama terapötik başarının ilk koşulu empatidir yani size terapi için gelen danışanı anlamaktır. Ben psikolog olarak çalışmaya başladığım 2004 yılından bu yana defalarca kez insan eliyle yaratılmış acılara tanık oldum. Bu acıları anladım ve yüreğimde hissettim. Bir insan olarak bu acıların nasıl ortadan kaldırılabileceği veya azaltılabileceği konusunda hep kafa yordum. Bu bildiriyi de insan eliyle yaratılan acının azalması ve ortadan kalkması için imzaladım. 

Tanık olunan acıyı azaltmaya çalışmak bana özgü bir durum değil acıya tanık olan her vicdanlı insanın yapacağı bir şeydir. İnsan eliyle yaratılan acıların daha yaygın olduğu toplumlarla tersine insanların görece daha az insan eliyle yaratılan acıya maruz kaldığı toplumları karşılaştırdığımda en önemli farkın ötekini, yani herhangi bir özellik bağlamında farklı olanı olduğu gibi kabul etmeme olduğunu gördüm. Dolayısıyla ülkemde herhangi bir bağlamda öteki olarak yaşamaya çalışan her insanı olduğu gibi kabul etmenin tanık olduğum acıları azaltacağına inandım. Bu bildiriyi tam da öteki olarak yaşayan herkesin bu toplumun bir parçası olarak mutlu bir şekilde yaşaması için imzaladım.

Ötekine saygı duymanın iki temel öncülü var. Toplumdaki egemen grup gibi egemen olmayanın da yönetici pozisyonda olmayanın da hakkını, hukukunu yasayla güvence altına almak ve bu yasalara uymak. Bu metni yöneticileri hem insan haklarına uygun yasalar yapmaya hem de bu yasalara uymaya çağırmak için imzaladım.

Bir toplumda çatışma varsa kayıplar vardır. Bu kayıplar acı, üzüntü, öfke, kin ve intikam isteği ile yeni acılara ortam yaratır.  Yaşanan acıyı dindirmek için yapılması gereken ilk şey yeni acıların yaşanmasına engel olmaktır. Tabiri caizse bir yaralıyla karşılaşırsanız yapmanız gereken ilk şey kanamayı durmaktır. Ancak ondan sonra daha önce akmış kanın yarattığı hasarı telafi edebilirsiniz. Ne yazık ki Türkiye toplumu da son kırk yıl büyük bir acıya boğulmuş ve bu acının yarattığı üzüntü, öfke, kin ve intikam isteği toplumdaki farklı grupların daha da birbirinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu metni imzaladığım süreçte yaşanan hendek olayları ve sokağa çıkma yasakları tam da yeni ve daha büyük acıların yaşanacağının emareleri olmuştur. Bu metni bu acıların yaşanmaması için imzaladım.

Ne yazık ki barış çağrımız yöneticilerde değil de mahkeme salonlarında karşılık buldu, hendekler sokağa çıkma yasaklarıyla ve şiddetle kapatıldı, çok büyük acılar yaşandı. Toplum daha da kutuplaştı, daha da ayrıştı. Hendekler sürecinde yaşanan birçok hak ihlalinin bazı sorumluları daha sonra 15 temmuzda bir darbe planladılar. Bazı yetkililer söz konusu darbecilerin bu süreçte suça bulaştığını itiraf ettiler. Örneğin Mardin valisi darbe girişiminden sonra, hendekler sürecinde bazı askeri komutanların halkla hükümeti karşı karşıya getirmek için çabaladığını ifade etti. Hükümet yanlısı medya hendekler sürecinde kahraman ilan ettiği bazı askeri komutanları darbeden sonra hain ilan etti. Ama bu kişilerin hendekler sürecinde ne düzeyde suça bulaştıkları ve diğer yetkililerin ne düzeyde buna ortak oldukları ve haberdar oldukları hiçbir şekilde soruşturma konusu olmadı. Ben bu metni hükümetin ve medyasının daha sonra kısmen itiraf ettiği bu suçların işlenmemesi için imzaladım.

Malumunuz daha önce bir barış/çözüm süreci yaşandı. Bu süreçte akan kan durdu, toplum daha da bütünleşti, çatışmaların yaşandığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi dahil tüm ülkeye yatırımlar arttı, ekonomik gelişmişlik toplumun her katmanında karşılık buldu, kişi başına düşen gelir arttı. Kısacası toplumun mutluluk düzeyi arttı, insanlar kendilerini daha da güvende hissetmeye başladı. Bütün bunlar daha sorun nihai olarak çözülmemişken, sadece kan durduğunda yaşandı. Bu süreçte tüm Türkiye, sürece eleştirel yaklaşanlar da dahil kanın durmasını takdir etti. Barış bildirisini kanın durmasına, kalıcı bir barışın, huzurun ve mutluluğun toplumda hâkim olmasına olan özlemimi dile getirmek için imzaladım.

Barış süreci sonrasında yaşanan acıların sorumluluğu bazı kesimlerce barış sürecinin kendisine atfedildi. Oysaki dünyada yaşanan birçok örnekte barış süreçleri tam acının dinmesine, huzurun egemen olmasına aracılık etmiştir. Bizdeki barış sürecinin akabinde yaşanan acının sebebi barış sürecinin kendisi değil süreçten vazgeçilmesidir. Bu metni sürecin daha aklı selim ve barış odaklı yürütülmesi için imzaladım.

Sonuç olarak barış metnini terapist olarak, akademisyen olarak, vatandaş olarak, bölgenin bir sakini olarak defalarca kez tanık olduğum, maruz kaldığım acıların son bulması; ülkemde huzurun ve barışın sağlanması için imzaladım. Bunun dışındaki bütün sebep olarak gösterilen açıklamaları reddediyorum.                  

Hakkımda yazılmış bu iddianameye dair de birkaç şey söylemek istiyorum.   

İddianame bazı temel bilgileri ve yargılamaya konu metni verdikten sonra şu ana kadar çatışmalarda hayatını kaybetmiş insanların sayısını vererek başlamaktadır. Verdiği sayılar ise oldukça geniş bir ranjdadır.   

Ölü sayısındaki ranjın genişliği açıkça insan hayatına değer verilmediğinin göstergesidir. Yüz bin kırk binin iki buçuk katıdır. Oysaki savcı en azında resmi organların verilerini kullanabilirdi. Bunu yapmamasının nedeni büyük ihtimalle haklı bir şekilde söz konusu resmi verilere kendisinin de güvenmemesidir. Elbette ki iş yoğunluğu gibi başka nedenler ileri sürülebilir ama neden her ne olursa olsun bu iddianamedeki insan hayatının değersiz görülmesi temel felsefedir. Nihayetinde kanı durdurun çağrısı olarak özetlenebilecek bir bildiriyi suç olarak görmesi de bu felsefenin en büyük göstergesidir.  Diğer taraftan savcının bile resmî kurumların ölü sayısı konusundaki verilerine güvenmemesinin aslında bu çatışmaların niye bitirilmesi gerektiği konusunda bize çok net fikir vermektedir. Çünkü hayatını kaybeden insanların sayısının bile doğru dürüst tespit edilemediği bir çatışmanın olduğu bir ortamda insan yaşamının değerli görülmesi, insanın mutlu olması imkansızdır. Aslında bu iddianamenin bu niteliği bile bile ölümleri durdurun diyen çağrımızın ne kadar yerinde, gerekli ve doğru olduğunun kanıtıdır. 

İddianame bütün tarihleri yıllarla verirken iki tarihin yıllarını belirtmekten imtina etmiştir. Bunlar 4 Nisan akil adamlar heyetinin oluşumu ve 7 Şubat girişimidir. Aslında bu iki tarihin yıllarıyla verilmemesi bile iddianamenin neyi gizlemeye çalıştığı ve neyi hedeflediğinin göstermektedir.   

Uzun yıllardan beri devam eden Doğu ve Güneydoğu sorununu çözmeye yönelik 11 Temmuz 2014'te TBMM tarafından Cumhurbaşkanlığı onayına sunulan çözüm süreci ile ilgili kanun 15 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanarak "Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun" adıyla Resmi Gazetede yayınlanmış böylelikle Türkiye Cumhuriyet Hükümetinin çözüm süreci kapsamında gerekli çalışmaları yürüteceğinin bu kanunla belirlenmiştir. Cümledeki anlatım bozukluğunu bir yana bırakırsak “yürüteceğini” ifadesindeki gelecek zaman kipiyle sonrasında yıl verilmeden 4 Nisan’da akil heyetlerin oluşturulduğu yönündeki ifade birlikte okunduğunda akil heyetlerin ilgili kanunun yürürlüğe girmesinden sonra oluşturulduğu ima edilmektedir. Oysaki akil heyetlerin oluşturulma tarihi 4 Nisan 2013’tür. Başka bir deyişle ilgili kanunun yürürlüğe girmesinden 15 ay önce akil heyetler oluşturulmuştur.

İddianamede 7 Şubat girişimine rağmen sürecin yürütüldüğü ifade edilmiştir. Başka bir deyişle 7 Şubat girişiminin yukarda adı geçen kanunun yayınlanmasından sonra gerçekleştiği ima edilmektedir. Ama gerçek öyle değildir. 7 Şubat girişimi, yani basından öğrendiğimiz kadarıyla hükümetin o zaman ki gayrı resmi ortağı PDY’na mensup bir grup hâkim ve savcının MİT müsteşarını KCK ile yapılan görüşmelere dair sorgulamak ve bu sorguya dayanarak tutuklamak ve oradan da hükümeti devirmek için yaptıkları planın ilk aşaması olan tarih ifade edilmiştir. Bahsedilen olay 7 Şubat 2012 yılında gerçekleşmiştir. Yukarıda adı geçen kanunun yayınlanmasından 29 ay önce.

Peki bu iki tarihin yıllarının gizlenmesi ne anlama gelir? Biz barış akademisyenlerini yasa ihlaliyle suçlayan bu iddianamenin savcısı aslında kimin yasa ihlali yaptığını bilmektedir. Başka bir deyişle çözüm sürecinin tek yasal dayanağının 15 Temmuz 2014'te onaylanan “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” olduğunubelirterek aslında bu yasadan çok önce ve defalarca kez yasadışı ilan edilen bir örgütle yapılan görüşmeleri kendince gizlemeye çalışmaktadır. Aslında bizim “örgütle görüşmeye devam edin, kanı durdurun” çağrımızı hükümet zaten daha önce defalarca kez yapmıştır.  Üstelik yasal dayanak olarak gösterilen kanun ortada yokken. Ayrıca görüşme yapıldığı dönemde de akan kan durmuş ve bütün Türkiye kanın durmasından ötürü hükümeti takdir etmiştir. Elbette birçok eleştirel yaklaşım ortaya çıkmış ama hiç kimse niye kan durdu dememiştir. Oysaki bu iddianame bize niye “kanı durdurun” çağrısı yaptınız demektedir. Netleşmesi için özetliyorum. Bizim yaptığınız “görüşmelere devam edin” önerimizi örgüt propagandası olarak gören iddianame bu görüşmelerin kendisini ise suç olarak görmemektedir. Bu arada görüşmeleri suç olarak gördüğüm düşünülsün istemiyorum. İddianamedeki mantıksal çelişkilerin görülmesini istiyorum sadece.

İddianame KCK yöneticisi Bese Hozat’tan talimat alarak bu metni hazırladığımızı ve kamuoyuna açıklamadığımızı iddia etmektedir. Öncelikle Bese Hozat’ın açıklamasını ancak iddianamenin kendisiyle öğrendim. Yani metni imzaladıktan sonra yaklaşık üç yıl sonra. Ama öğrendiğimde ise daha da şaşırdım, Bese Hozat’ın açıklaması tam anlamıyla bir savaşı yükseltin çağrısıydı. Bizim çağrımız ise özetle savaşı bitirin çağrısıdır. Bu kadar zıt iki metinden birini diğerinin talimatı olarak görmek açıkçası hem mantıkla hem de hukukla çelişir. Çok sonraları öğrendiğim bir açıklamayı talimat olarak görmem akla ve mantığa aykırıdır. Bildiriyi imzalamak için hiç kimseden talimat almadım. Hiç kimsenin herhangi bir açıklamasını talimat olarak görmedim.

İddianame 27 Aralık 2015 tarihinde kamuoyuna açıklanan bir DTK bildirisinden bahsediyor ama barış bildirisiyle ilişkisini açıklamıyor. Acaba savcı bir eylemden önce gerçekleşen bütün eylem/etkinliklerin sonradan gerçekleşen eylemin mutlak olarak sebebi olabilir fikrinde midir bilmiyorum.   

İddianamenin bir yerinde şöyle bir ifade var “Gelinen süreçte Şırnak İdil İlçesi ve Diyarbakır Sur İlçesi'nde operasyonların tamamlandığı anlaşılmıştır.”  Buradan anladığımız kadarıyla iddianame Mart 2016’de yazılmıştır. Çünkü davanın açıldığı Ekim 2018’den önce ama Mart 2016 sonrasında Nusaybin, Yüksekova ve Şırnak merkez gibi yerlerde de var olan hendekler sokağa çıkma yasakları uygulanarak kapatıldı. Aklıma gelen ilk soru neden iddianame yazıldıktan sonra bu kadar uzun süre beklenmiştir? İddianamede hiçbir somut delilin olmamasıyla düşünüldüğünde bu durum daha da anlamlı hale gelir. Bu sürede bir darbe girişiminin olduğu, ülke demokrasisinin çok ciddi anlamda gerilediğini bilmek de önemlidir.

Bildirinin hazırlanma sürecinin çatışmaların olduğu döneme denk gelmesi nedeniyle oldukça manidar olduğu, buradan da propaganda amaçlandığı ifade edilmektedir. Oysaki bildiri bir barış çağrısıdır ve çatışmanın olduğu dönemde yapılmıştır. Bu oldukça normal ve aynı zamanda da olması gerekendir. Siz hiç sağanak yağmur altında yağmur duasına çıkan birilerini gördünüz mü? Çatışmanın olmadığı, huzurun hâkim olduğu bir dönemde barış çağrısı yapmak ne kadar mantıklı ise çatışma döneminde yapılan bir barış çağrısını sırf çatışma döneminde yapıldı diye örgüt propagandası olarak görmek de o kadar mantıklıdır. 

İddianamenin önemli bir delil olarak gördüğü bir diğer öğe de “Kürdistan” kelimesidir. Savcı metnin Türkçesi olduğu halde metnin İngilizcesini yeniden Türkçeye çevirerek bunun üzerinden iddianame yazmıştır. Başka bir deyişle metnin İngilizcesiyle Türkçesinin aynı olmadığı iddiasındadır. Ancak ayrıntılı incelendiğinde savcılığın yaptığı Türkçe çeviri ile İngilizce metin farklıdır. İngilizce metinde yer alan “Kurdish province” ifadesini “Kürdistan illeri” şeklinde yanlış çevirerek delil üretmeye çalışmıştır. Çünkü “kurdish”in karşılığı iddia edildiği gibi “Kürdistan değil “Kürt”tür ve bu kelime Türkçe metinde de yer almaktadır. Aslında iddianamenin bunu yapmaya çalışması oldukça anlaşılırdır. Apaçık haksız suçlamaya delil bulamadığı için delil üretme yoluna gitmiştir. Ama mahkemenin de bu kadar açık somut hataları dahi görmezden gelerek iddianameyi kabul etmesi başka bir hatadır. Aslında düşünce ve ifade özgürlüğünü açıkça tehdit eden bu iddianamenin doğrudan iade edilmesi gerekirken maalesef iddianame kabul edilmiştir.

İddianame emniyet ve ordu mensuplarını haksız yere itham ettiğimizi iddia etmektedir. Oysaki darbe girişiminden sonra birçok hükümet yanlısı basın hendek sürecinde PDY’na mensup güvenlik güçlerinin suç işlediğini ifade etmiştir. Bizim olayın vuku bulduğu anda ifade ettiğimizi bazı yetkililer ve hükümet yanlısı medya daha sonra ifade etmiştir. Ama ne yazık ki herhangi bir soruşturma açılmış değildir. Aynı akıbetin barış çağrısı yargılamalarının başına da geleceğini düşünüyorum. Yarın politik konjonktür değiştiğinde birilerinin çıkıp barış akademisyenlerini yargılayanların hükümeti uluslararası alanda zor durumda bırakmak için bu kadar aleni hukuksuzluk yaptıklarını ifade etmeyeceğinin garantisi yoktur.  

İddianame yine birçok batılı devlettin kendilerine karşı terör eylemleri gerçekleştiren örgütlere karşı operasyonlar yaptığını ve hiçbir batılı vatandaşın bu operasyonları katliam olarak nitelendiremediğini ifade etmiştir. Oysaki sivilleri hedef alarak veya almaksızın ortaya çıkan her sivil kayıplı olaylardan sonra birçok batılı aydın kendi ülkelerini doğrudan terörist devlet olarak adlandırmıştır. Bunlardan en açık örneği Noam Chomsky’dir. Chomsky vatandaşı olduğu ABD’yi defalarca kez terörist devlet olarak nitelendirmiştir. Avrupa’da da bunun birçok örneği vardır.

Savcılık gerçeklikten o kadar uzaklaşmış ki Türkiye’de parlamentoda temsil edilen ve ülkenin üçüncü partisi konumdaki partiyi yasadışı örgüt sayacak kadar somut maddi hatalar yapmaktadır. Sayın Chris Stephenson’un çantasında çıkan HDP ye ait broşürleri yasadışı doküman olarak adlandırmıştır.

İddianamenin bir başka bölümünde bazı yabancı organizasyonların Türkiye’de yapmayı planladıkları etkinlikleri veya organizasyonları karalama kampanyasının bir parçası olarak iptal ettikleri ifade edilmiştir. Bu iptalleri de imza metninden bağımsız düşünmenin imkânsız olduğu ifade edilmektedir. Aslında buradaki “düşünmek” kelimesi iddianamenin ruhudur. İddianame hiçbir delil sunmaksızın yaptığı suçlamaları sadece “düşünerek” temellendirmektedir. Oysaki bu organizasyon iptallerinin asıl sebebinin kendilerinin de ifade ettiği gibi içinde bu iddianamenin de yer aldığı anti demokratik uygulamalardır. Başka bir deyişle Türkiye’yi küçük düşüren asıl şey bizim barış çağrımız değil ifade özgürlüğünü ayaklar altına alan bu iddianamedir.

İddianame soruşturmalara itirazı dahi suç olarak adlandıracak kadar hukuktan uzaklaşmıştır. İddianamenin “dayanışma akademileri”ni suç olarak görmektir. Hangi dayanışma akademisinde, kim, hangi öğrencileri Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı, nasıl kışkırtmıştır sorularının cevabının hiçbir şekilde iddianamede yer almaması iddiaların ne kadar soyut ve mesnetsiz olduğunun göstermektedir. Hiçbir demokratik ülkede kamuoyu oluşturma çabası suç olarak adlandırılmaz. Aksi takdirde ülke demokratik niteliğini yitirir.

Devlete barış ortamı için yapılabileceklerin önerisi niteliğindeki bu metni devlet otoritesini zayıflatma girişimi olarak görmek büyük bir yanılgıdır. İddianame bu yönüyle devlet otoritesinin korkudan ibaret olduğunu varsaymaktadır. Oysaki devlet otoritesinin önemli bir kısmı kaynağını vatandaşlarının o devlete güvenmesinden, o devletin adalet sistemine inanmasından alır. Barış çağrımız tam da bu inanç ve güvenin güçlendirmesine katkıdır. Başka bir deyişle kaynağını korkudan değil güvenden alan otoritenin güçlenmesidir.

Savcı barış çağrımız ile İspanya’da ETA’yı övücü eylemler arasında garip bir şekilde benzetme yaparak iddiasını güçlendirmeye çalışmaktadır. Birincisi hiçbir örgüt adının yer almadığı bildiriyi övücü eylemlerle ilişkilendirmek kesinlikle hatadır. İkincisi de eğer İspanya’yı örnek olarak verecekse bütün iddianame boyunca suç olarak gördüğü özyönetimin İspanya’da anayasal bir uygulama olduğundan da bahsetmeliydi.

Savcı ayrıca IRA ile ilgili paragrafta İngiltere’nin terör propagandası niteliğindeki eylemleri cezalandırdığını ifade etmektedir. Gerçekten de İngiltere uzun süre terör örgütü olarak gördüğü IRA ve uzantısı olarak gördüğü Sien Fein’i ekranlardan uzak tutmaya çalışmıştır. Buraya kadar olan kısmı doğrudur ama eksiktir. Aynı İngiltere bu yöntemin işe yaramadığını farketmiş ve IRA ile masaya oturmuş, 13 yıl süren barış görüşmeleri sonucunda, barış anlaşması yapmıştır. IRA’nın eski liderlerinden Martin McGuiness’de Kuzey İrlanda’da bakanlık yapmıştır. Başka bir deyişle iddianame İngiltere’nin hatasını görmüş ama doğrusunu ise çağrımızla uyumlu olduğu için görmezden gelmiştir.

Sonuç

Sayın mahkeme heyeti, ülkemde barışın ve huzurun egemen olması için imzaladığım ve içinde hiçbir örgütün adının geçmediği bu metni örgüt propagandası olarak görmek hukuki, mantıki ve vicdani ilkelere terstir. Bu metin bir barış çağrısıdır, barış çağrısını cezalandırmak daha fazla kanın dökülmesine dolaylı da olsa katkı sunmaktır. Bu metni ülkeme ve toplumuma karşı sorumluluğun gereği olarak imzaladım. Bana isnat edilen örgüt propagandası suçunu hiçbir şekilde kabul etmiyorum. Yargılama neticesinde beraatımı karar verilmesi arz ve talep ederim.

(DU / HA)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/207117-duzgun-ugur-un-beyani