Benim adıma suç işlemeyin, Zafer Yörük ile Röportaj

Yazar / Referans: 
Berat GÜNÇIKAN, Özgür Gündem
Tarih: 
22.01.2016

İzmir Ekonomi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Zafer Yörük devletin şiddetine son vererek kalıcı barış için çözüm yollarının kurulmasını isteyen, bunu da bir bildiriyle kamuoyuna açıklayan 1128 akademisyenden biri. Başta Erdoğan, iktidarın ortakları metne öylesine akıl almaz ve tahammül taşıran yanıtlar verdi ki bu sayı çığ gibi büyüdü, başka meslek alanlarına da sıçradı. Daha da büyüyeceğe benzeyen bu destekle bir kez daha umutlanan siyaset bilimci Yörük’le akademiyi, iktidarı, savaşı ve barışın zorunluluğunu konuştuk

Berat GÜNÇIKAN

Yüzyıldır İngiltere üniversitelerinde ‘İrlanda sorunu’ üzerine yapılmış araştırmaların sayısı ile Türkiye’de ‘Kürt sorunu’ ya da ‘Ermeni sorunu’ üzerine yapılmış araştırmaların sayısı arasında bir uçurum olduğunu iddia edebilirim. Üniversitelerde bu konular üzerine konuşulmuyor. Türkiye siyaseti dersinde Kürt sorunundan söz eden akademisyenlerin hedef haline getirildiğini de görüyoruz zaten

Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi’nin kamuoyuna yaptığı açıklamaya tepki gösteren cumhurbaşkanı, başbakan ve diğerlerinin söylediklerini dinleyen biri ister istemez bu iktidar grubunun akademisyen, akademisyenin görev ve sorumlulukları bilgi ve algısının ne olduğunu merak ediyor. Belli ki evrensel bilgiyle bu grubun bilgisi ve algısı arasında büyük fark var. Sizce akademisyen kimdir, kime karşı, ne kadar sorumludur?

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum: Bir sıhhi tesisatçı, fırıncı, inşaat işçisi ya da postacı olsaydım da bu bildiriyi imzalardım. Akademisyen olmanın getirdiği hiçbir ayrıcalık yok ve zaten de olmamalı. Ben bu metni bir yurttaş olarak imzaladım ve barış talebinin tüm yurttaşların hem hakkı hem de görevi olduğunu düşünüyorum. Ama işte doktor, doçent, profesör gibi unvanlara sahip insanların imzacı olması, adının akademisyenler bildirisi olması vb. bu bildirinin ulusal ve uluslararası değerini gayrı ihtiyari artırıyor.

Akademi ve akademisyen kavramlarının otantik anlamları üzerine bir tartışmayı bu bağlamda gerekli görmüyorum çünkü o kadar çok şey değişti ki şu kadarını söylemek bile yeterli: Academia, MÖ 4. yüzyılda Atina yakınlarında bir zeytinliğin adıydı ve burada, Plato ilk derslerini verdi. Günümüzde ise - daha bir hafta önce İzmir’de oldu ñbir fakülte binası yapılacak diye onlarca zeytin ağacı kesilebiliyor.

Akademisyen deyince artık ne yazık ki yalnızca üniversite öğretmeni anlaşılıyor. Dünya standartlarına göre Türkiye’de akademisyenlere yüklenen haftalık ders saatleri düşünüldüğünde, bu tanımın hiç de yanlış olmadığını teslim etmek gerekiyor. Oysa hepimiz, öğretmenlikten çok bilimsel araştırma yapmakla yükümlüyüz ve bunun için de elimizden geldiğince çalışıyoruz. Bu araştırmalardan çıkan sonuçları bilimsel yayınlarda yayınlıyoruz ya da tebliğ olarak ulusal ve uluslararası konferanslarda ve sempozyumlarda sunuyoruz. Fırsat verildikçe bu sonuçları basın, yayın vb. yoluyla toplumla, kamuoyu ile paylaşmaya da önem veriyoruz. Bu söylediklerim, sanıyorum bütün meslektaşlarım için geçerlidir.

Toplumu ilgilendiren her konuda bilim insanlarının beyan edeceği görüşlerden yararlanmak toplumu her zaman ileriye taşıyacaktır. Ama Türkiye’de siyasal iktidarlar akademisyen deyince kendi icraatlarını meşrulaştırma göreviyle donatılmış itaatkâr bir ulema zümresi anlamak eğiliminde. Özellikle sosyal bilimcilerin araştırmalarından çıkan sonuçlar ya da oluşturdukları görüşler iktidarın niyetleriyle uyuşmayınca, siyasal otoritenin üniversite çevresiyle periyodik çatışmalar içine girmesi kaçınılmaz oluyor.

Anladığım kadarıyla sorun bundan ibarettir.

Aslında ilk soruya verdiğiniz yanıtta kısmen de olsa bu metni neden imzaladığınızı da anlatmış oldunuz, ama biraz daha detaylandırsak; böyle bir metni imzalamanıza neden olan kaygılarınız nelerdi?  
Altına imza atmış olduğum çağrı metni, muhtemelen iktidarın gayrı resmi aygıtları tarafından hacklenmiş olduğu için buraya  aktaramıyorum. Ama beni kaygılandıran gelişmeleri özetleyeyim.

Birincisi, AKP’nin devlet adına risk alarak Kürt hareketi ile içine girmiş olduğu barış ve müzakere sürecinin devamı için birçok neden mevcutken masanın devrilip yeniden çatışma içine girilmesi için hiçbir neden olmadığını görüyorum. İkincisi, bu yeni çatışma döneminde, sivillerin çok fazla zarar gördüğünü gözlemliyorum. Aylarca süren sokağa çıkma yasaklarının bir buçuk milyon insanı etkilediği ifade ediliyor. Sivil yerleşim bölgelerine, mahalle aralarına tankların, ağır silahlı araçların, havan toplarının vb. sokularak evlerin, apartmanların topa tutulması ile ilk kez karşı karşıya kalıyoruz. Yalnızca son bir aylık süreçte 79 sivilin öldüğünü biliyorum. Öncesinde, Ağustos ile Ocak ayları arası tam 162 sivilin öldüğünü, ölenler arasında çocukların, kadınların, yaşlıların olduğunu izliyorum. Bu gelişmelerin hukuk, adalet, vicdan, dini inanç hangi açıdan bakarsanız bakın suç ve günah teşkil ettiğini ve benim adıma bu suç ve günahların işlenmesine karşı çıkmam gerektiğini düşündüğüm için imzacı oldum.

Tabi bir de umudum vardı ki onu hala taşıyorum. Bu bildirge, 1960 yılında Simone de Beauvoir, Albert Camus ve Jean Paul Sartre gibi Fransız aydınlarının toplu olarak kaleme aldığı 121’ler Manifestosu’na kısmen benziyor. Fransızlarınki içerik olarak çok daha sert ve tam “vatan haini” dedirtecek cinsten. Fransa’nın Cezayir’de yürütmekte olduğu “kirli savaş” kınanıyor, askere gitmeyi reddeden Fransız gençleri ile dayanışma içinde olunduğu ifade ediliyor ve “Fransız toplumu adına” baskı altına alınan Cezayir halkına elden gelen her türlü yardım ve korumayı sağlama kararlılığı vurgulanıyordu. 121’ler manifestosuna karşı savcılar derhal harekete geçtiler. Sartre’ı gözaltına almak istediler. İşte ünlü Sartre Fransa’dır sözü o zaman ortaya çıktı. Fransız Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle şahsen müdahale ederek Sartre’ın tutuksuz yargılanmasını sağladı. Cumhurbaşkanlarının tavrı dışında 121’lerin başına gelenlerle bugün bizim başımıza gelenler biraz benzerlik taşıyor. Peki, umut nereden geliyor diye soracak olursanız, bu manifestonun yayınlanmasını takiben Fransa devleti ile Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) arasındaki görüşmeler yeniden başlamış ve kısa sürede sonuçlandırılarak 1962 yılında Fransa ile Cezayir arasında nihai barış sağlanmıştı.

Bizim barış çağrısı etrafında oluşan ulusal ve uluslararası destek de göz önüne alındığında, benzer bir etki yaratacağı konusunda umutlu olmak için haklı nedenlerimiz olduğu görülüyor.

Erdoğan ve Davutoğlu’nun akademisyenlere tepkisi, akla Menderes’in son döneminde kendisini eleştiren üniversite camiasına “siyah cüppeliler” olarak saldırısını getirdi. 27 Mayıs’ın hemen akabinde de üstelik 27 Mayıs’a destek veren pek çok akademisyen görevlerinden uzaklaştırılmıştı. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. İktidarların üniversiteyi kontrol altına alma arzusu neden bu kadar güçlü?

Liberal demokratik ülkeler, bilim emekçilerini ruhban sınıfı ya da bizim tabirimizle ulema gibi görmekten yüzyıllardır vazgeçmiş gibi görünüyorlar. Zaten Avrupa’da modern üniversitelerin tarihine baktığımızda, Aydınlanma ile yaşıt olduklarını ve tam da bu ruhban sınıfı ile bir mücadele içinden geçerek kurulduklarını görüyoruz. Bu nedenle üniversitelerin, devlet bütçesi tarafından finanse edilmek dışında devletten tamamen bağımsız kurumlar olduğunu görüyoruz. Doğru olan da zaten budur. Tabi ki sağcı/muhafazakar iktidarlar Avrupa’da da üniversiteler üzerinde bütçe kısıntısı ve mali kontrol gibi yöntemlere başvuruyorlar ama bunlar siyasal denetim ve baskıdan çok yüksek öğretimi ticarileştirme hedefine yönelik baskılar.

Türkiye’de ise Darülfünun’dan başlayan üniversite tarihi ile devletin modernleşme tarihi baş başa yürüyor. Devlet hiçbir dönemde üniversiteleri kendi başına bırakmıyor. Rektörlerin cumhurbaşkanı tarafından atanmasından başlayarak liberal demokrasilere hiç benzemeyen geniş bir kontrol mekanizması var. YÖK diye bir kurumun varlığı zaten başlı başına bir otoriter rejim abidesi.

Bilgi ve iktidar tabi ki birbirini üretir ve bunun en çok farkında olanlar iktidar sahipleridir. Önce de belirttiğim gibi, her siyasal iktidar kendine biat eden ve iktidarını sürekli meşrulaştıracak bir ulema sınıfına ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle de iktidarın üniversite camiası ile sürtüşme içinde olması doğaldır. Bu sürtüşmenin açık savaşa döndüğü durumlar da vakidir. Sizin sözünü ettiğiniz 27 Mayıs öncesi dönem ve yine 12 Eylül cuntasının 1402 sayılı yasası yanında YÖK’ün kuruluşu bu alandaki otoriter deneyimler olarak anılabilir.

Benzer bir hamle ile karşı karşıya olduğumuz konusunda henüz güçlü göstergeler yok ama olmayacağı konusunda da hiçbir garanti yok. Şöyle ki AKP, kendisini en az bu darbe dönemleri kadar, hatta daha da ötesi “klasik Kemalist” addedilen 1923-1946 arası dönem kadar önemli bir kurucu siyasal irade olarak görüyor.

AKP iktidarı altında geçirdiğimiz on üç küsur senede ordu, polis, MİT ve mahkemeler başta olmak üzere devletin bütün şiddet aygıtlarının yeniden yapılandırılmasına tanık olduk. Tabi ki bu dönüşümde belli ideolojik aygıtların, özellikle de medyanın yeniden yapılandırılarak siyasal iktidarın hizmetine sunulmasının payı büyük. Ama şimdi sıranın, bir bütün olarak devletin ideolojik aygıtlarında olduğunu söyleyebiliriz. Louis Althusser’den öğrendiğimiz kadarıyla bu ideolojik aygıtlar kültür ve eğitim alanlarını da kapsar.

İşte üniversiteler, eğitim/kültür ideolojik aygıtının üst noktası olarak hedefte duruyor, akademisyenler bildirisi de buna bahane ediliyor olabilir. Buradan başlayarak, üniversiteleri bir bütün olarak “ıslah etmeyi” planlıyor olabilirler. ODTÜ’ye yönelik provokatif saldırılar ve şimdi de barış talep eden akademisyenlere yönelik hakaret ve linç kampanyası, bu pencereden bakıldığında hiç de şaşırtıcı durmuyor. Üniversiteler de imzacıları, barışı, devlet terörüne son verilmesi talebini ya da en azından düşünceyi ifade özgürlüğünü savunmak temelinde kurumsal olarak tavır almak yerine YÖK’ün talimatlarına biat ederek disiplin soruşturmaları için düğmeye bastıkları andan itibaren cellatlarına boyunlarını uzatmış oluyorlar.

İktidar “bilgi”yi nasıl etkiliyor, özel ya da devlet üniversitelerinde yaratıcı ve özgür bir zihinsel ortamdan az da olsa söz etmek mümkün mü?

Ben Türkiye üniversitelerinden yetişmediğim için kadrolaşma gibi şeyleri takip edemiyorum. Duyduğumda da algılamakta zorlanıyorum zaten. Yaratıcı ve özgür bir zihinsel ortam olup olmadığına cevaben ise bunlardan çok bir memur zihniyetinin akademiye hakim olduğundan söz edebilirim. Ama bütün olumsuzluklara rağmen sosyal bilimler alanında ciddi ve önemli çalışmaların özellikle genç kuşak akademisyenler tarafından gerçekleştirildiğine tanık oluyorum.

İmzalar hükümeti sarstı, beni şaşırttı

İmzaladığınız metnin temelini de oluşturan savaş, üniversitelere nasıl yansıyor, nasıl dönüştürüyor?

Başka bir ülkede böyle uzun süreli ve bu boyutlarda bir savaş yaşansaydı entelektüel hayat ve kültür hayatı çok daha farklı olurdu. Biz, Ermeni soykırımından beri böyle kolektif travmaları ve kolektif suçları yok sayma ve sonrasında yüz yıllar boyunca bu suskunluğun semptomlarıyla yaşamaya eğilimli bir toplumuz. Yüzyıldır İngiltere üniversitelerinde “İrlanda sorunu” üzerine yapılmış araştırmaların sayısı ile Türkiye’de “Kürt sorunu” ya da “Ermeni sorunu” üzerine yapılmış araştırmaların sayısı arasında bir uçurum olduğunu iddia edebilirim. Üniversitelerde bu konular üzerine konuşulmuyor. Türkiye siyaseti dersinde Kürt sorunundan söz eden akademisyenlerin hedef haline getirildiğini de görüyoruz zaten.

Bu konuda Türkiyeli akademisyenler tarafından yapılmış araştırmaların da neredeyse tamamı Türkiye dışındaki üniversitelerde yapılmış bulunuyor. Çünkü burada hiç kimse bu tür riskler almak istemiyor. Böyle olunca da hiç kimsenin toplumdan, eğitim sisteminden, cehaletten vb. şikayet etmeye hakkı kalmıyor aslında.

Sorunuza cevaben, üniversiteler, birkaç kişisel istisna dışında böyle bir şey yaşanmamış ve yaşanmıyormuş gibi davranıyorlar. 1128 akademisyenin böyle bir metni imzalamış olması ve bu imzalar etrafında büyüyen destek kampanyası bu nedenle hükümet çevrelerini sarstığı kadar benim için de şaşırtıcı ve umut verici oldu.