Melek Göregenli: Nefret Söylemi İktidarların Çok İhtiyacı Olan Bir Şey

Yazar / Referans: 
Gönül Soyoğul, Bianet
Tarih: 
15.12.2017

Barış Akademisyenlerinden olan, bir yıl önce Ege Üniversitesi'nden ihraç edilen, yani kendisi de ‘kötülüğe’ maruz kalan Melek Göregenli'ye, ‘biz ne zaman bu kadar kötü olduk, niye olduk, bu kadar fenalıkla nasıl başa çıkılır’ diye sorduk.

Önüm/arkam/sağım/solum’ diye başlayan çocukluk tekerlemesinin ‘sobe’ diye değil de ‘nefret’ diye bittiği… ‘Bittin sen’ diye bağıran “siyaset adamı”ndan, sokaktaki vatandaşa, televizyon ekranlarından, yazılı basından, sosyal medyaya kadar her alanda, her yerde yoğun, ağır kıvamlı akan bir nefret dalgası var hayatımızda uzunca süredir. Geçmiş dönemlerde kuşkusuz ‘sevgi kelebeği’ değildik her birimiz, ama nefreti de bu kadar çok, bu kadar damardan hissetmiyorduk, görmüyorduk. Hayatımızda ‘kötüler’ hep vardı ama bu kadar kötüyü, bu kadar bir arada da görmemiştik sanki…

Ağırlıkla politik psikoloji, şiddet ve işkence, ayrımcılık, militarizm konularında çalışmış, sosyal psikoloji alanının kıymetli isimlerinden Prof. Dr. Melek Göregenli ile ‘nefreti’ konuştuk. Barış İçin Akademisyenler bildirisinin imzacılarından olan, bir yıl önce Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Psikoloji Ana Bilim Dalı'ndaki görevinden ihraç edilen, yani kendisi de ‘kötülüğe’ maruz kalan Melek Hoca’ya, ‘biz ne zaman bu kadar kötü olduk, niye olduk, bu kadar fenalıkla nasıl başa çıkılır, vicdan doğuştan mıdır, kazanılabilir mi’ diye sorduk. O da her zamanki duruşu, sakinliği, bilim inancı ve bilgisiyle, öğrencilerine anlatır gibi örnekler vererek anlattı bize.

Bir yazarın ifadesiyle ‘Nefret denizi içinde yüzüyoruz’ ve deniz gittikçe büyüyor. Bunun son örneklerinden biri de bir sağlık çalışanının Irak ve İran’ı vuran depremde ‘Hazır deprem olmuş, bırakalım gebersinler’ diye attığı tweet… Bu sadece bir sembol, bu durumun daha çok olduğunu biliyoruz. Nefret hep vardı ama sosyal ağların yaygınlığıyla mı göz önüne serildi? İletişim çağının getirdiği bir büyüme mi, yoksa biz hep bu muyduk? Bize ne oldu?  

Belki önce bu kavramları tarif etmemiz lazım. Nefret, bir duygu olarak diğer duygular gibi doğal bir duygu… Öfke gibi bir duygudur, olumlu bir duygu değildir, insana tabi ki iyi gelmez ama sonuç olarak bir insandan nefret edebilmemiz için onunla bir deneyim yaşamış olmamız gerekir. Bütün duygular gibi, kişisel deneyime dayanır. Nefret söylemi ve nefret suçları konusu konuşulurken genellikle nefret söylemiyle nefret duygusunun karıştırıldığını görüyorum. Bu ayrımı yapmak önemli, çünkü nefret söyleminin neye yaradığını, toplumsal açıdan önemini ve sonuçlarını öngörebilmemizi engelliyor.

"Nefret söylemi ideolojik bir duruştur"

Bir duygu olarak nefret duygusu kişiler arasında oluşan bireysel bir sürece özgüdür. Mesela ben bir politikacıdan nefret edebilirim. O politikacının hayatıma olumsuz etkileri olmuştur, onun yüzünden bir zarara uğramışımdır. “A politikacısından nefret ediyorum” diyebilirim, bu bir nefret söylemi değildir. Politikacıyla ilgili duygumu ve düşüncemi onun ait olduğu gruptan hareketle ifade edersem, mesela "Köylüden başbakan yaparsanız olacağı budur" dersem, O'nun köylü olduğunu ve köylülerin başbakan olamayacağını söylemiş olurum ki bu nefret söylemidir.  

Nefret söylemi gruplar arası bir dışlayıcı, ayrımcı, baskılayıcı ideolojinin dile gelmesi, getirilmesidir.

Şimdi mesela bu en son Acıbadem Hastanesi’nde çalışan müdürün tweet’ine bakalım. “Umarım hepsi geberir” diyor. Kimden bahsediyor? Depremin olduğu bölgedeki insanların hepsinin Kürt olduğunu düşünüyor ve bunların hepsinin ölmesini istiyor. Bunu açıkça yazmıyor ama bu çok açık, “Hepsi gebersinler” derken Kürtler gebersin istiyor. Burada yaşadığı bir deneyimin sonunda oluşan bir duygu dile getirilmiyor. Kürtler denilen bir gruptan bahsediyor. Kendisini de doğal olarak ‘Kürtler Grubu’na ait olmayan’, ‘Türkler Grubu’nda birisi’ olarak tarif ediyor. Hiçbir kişisel deneyim, herhangi bir kişisel hikaye olmadan birisine, sadece ait olduğu grup yüzünden olumsuz duygular, düşünceler besliyorsunuz. Bu nefret söylemini doğuruyor. Ve o grubun tümüne dahil bir olumsuz düşünce, ideoloji söz konusu, duygudan ziyade… Nefret söylemi ideolojik bir duruş! Yani eğer ben bir Türk olarak birisinden Kürt olduğu için nefret ediyorsam, onunla yaşadığım bir kişisel deneyim yüzünden değil, onun ait olduğu grup yüzünden nefret ediyorum.

Çok iyi bir örnek vereyim. Geçen günlerde, Ankara Valiliği LGBT film festivalini yasakladı ve şöyle bir karar verdi: "Bu konuda yapılan bütün etkinlikler süresiz olarak yasaklandı."

Şimdi bakın bu çok açık bir nefret suçudur, nefret söylemidir zaten ama aynı zamanda suçudur da! Kararın gerekçesi nefret söylemidir! Gerekçesinde şunları söylüyor: "Bu grubun" diyor…  LGBT diye bir grup tarif ediyor… Kim bunlar? "Hemcinslerine ilgi duyan insanlar ya da translar… Yani kendi bedenlerinden hoşnut olmayan, kendisini karşı cinsin bedenine ait hisseden insanlar…"  Sonuç olarak insanların aslında tamamen özel hayatlarıyla ilgili bir varoluş özelliği bu… Bazen bunun bir tercih, sanki eğlence olsun diye yapılan bir şey olduğu sunuluyor. Bu bir varoluş şekli… Heteroseksüel olmak ne kadar doğal ve normalse, eşcinsel olmak da o kadar normal ve doğal… Ve bu tüm uluslararası sağlık ve sosyal kurumlar tarafından böyle saptanmış, kabul edilmiş. Bu ülkenin yurttaşlarından bir grubu tarif ediyorsun ve gerekçesinde şunu söylüyorsun:

"Bu kamu ahlakına aykırıdır ve bu etkinlikler bir grup başka vatandaşı rahatsız edebilir". Bunu söyleyerek aslında rahatsız olabilecek vatandaşlara da bir anlamda yol gösteriyorsun. “Rahatsız olun ve bunlara zarar verin!”…

Devam ediyor:

"İnfiale yol açabilir ve bu nedenle bu grubun tüm etkinliklerini yasaklıyoruz". Yani aslında Türkiye yurttaşlarının belirli bir grubunun -ki bu 3 kişi olsa bile çok önemlidir ama milyonlarca insandan bahsediyoruz, içlerinde AKP seçmeni de olan milyonlarca insan- kendilerini ifade edebilecekleri, ortak olarak yapmak istedikleri, yasal sivil toplum örgütlerinin ya da bir grup insanın faaliyetlerini, sınırsız bir sürede ve ayrımsız yasaklıyorsun.

Sebep?  Zararlısınız, genel ahlaka aykırısınız, gözümüze görünmeyin, yoksunuz, kaybolun. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimlikleri, siyasi ayrım, sosyo-ekonomik düzey ve diğer tüm değişkenlerden bağımsız olarak bir varoluş halidir. Kim olurlarsa olsunlar bütün toplumsal gruplar içinde heteroseksüeller kadar olmayanlar da vardır, hep vardır ve sonsuza kadar var olacak. Şimdi sen diyorsun ki "Sizi etiketliyorum, tarif ediyorum, sizin kişisel olarak ne yaptığınızın falan hiçbir önemi yok, siz yurttaşların bir grubu olarak…’" Yasaklanıyorsunuz. Örgütlenme hakkının da ihlali aslında bu, sadece anayasal olarak da ayrımcı değil!  "Görünme yani, görünür olma" demek! “Senin yaşamana izin veriyorum, ama görünür olmana izin vermiyorum…”

Bu bir nefret söylemidir!

Yasaklama kararının gerekçesi de nefret suçudur! Cinsel yönelimleri ve cinsiyet kimlikleri nedeniyle sürekli öldürülmek de dahil saldırıya uğrayan insanların yaşadığı bir toplumda bunu yapıyorsanız, bu insanları doğrudan hedef haline getiriyorsunuz, onlara saldırıyı meşrulaştırıyorsunuz.

Söylem ve suçun ayırt edildiği yer, hukukçulara göre, söylemin davranışa dönüştüğü nokta.

Hukukçu değilim, ben sosyal psikoloji açısından bakıyorum. Yani topluma ne oluyor, ona bakıyorum. Şimdi hukukçular nefret söylemiyle nefret suçunu ayırırlar. Çünkü suç bir fiil gerektirir. Nefret söyleminin her durumda suç olmayacağını düşünürler. Suça dönüşmesi için daha doğrudan bir zarar ya da zarar verme potansiyeli olması gerektiğini söylerler. Tabi hukukçuların kendi içinde bir mantığı vardır ama sosyal psikolojik açıdan baktığımda bu anlamlı değil! Linç davranışlarını düşünün, o kadar çok yaşadık ki yaşıyoruz ki bunu… Mesela aklıma hemen Selendi geliyor, Roman Mahallelerine yapılan saldırı… Bu da mesela bir nefret suçu! Eğer toplumda Romanlara yönelik genel bir nefret söylemi olmasa bu suçu işleyen insanlar bu cesareti bulabilirler mi? Başka da gördük, Kürtlerin dükkanları da saldırılara uğradı… Mahallelerde saldırılar oldu. 6-7 Eylül olaylarını hatırlayın, orada sokağa çıkan saldıran insanlar bu ülkedeki gayrimüslimlere yönelik devlet, iktidar politikalarının kendilerinin yanında olduğunu bilmeseler buna cesaret edebilirler miydi? Neden mesela bu ülkenin "yukarıdakiler" ine yönelik hiç linç eylemi yapılmıyor? Yani söylem nerede başlar, suç nerede; ayırmak çok zor, söylem olmasa suç olur mu, olmaz.. 

"Kolektif nefret suçlarına biz linç diyoruz"

Sanki nefret söylemleri ve suçlarının hedefi var ve onlar genelde çizilen azınlıklar… Daha ‘öteki’ olan gibi görünüyor… Kürtler, Romanlar, Ermeniler, eşcinseller, translar gibi… Burada ırkçılıkla bir kardeşlik söz konusu mu?  Bunu nasıl açabiliriz? 

Aslında öncelikle şu: Nefret söylemi geliştirenler, nefret suçu işleyenlerle aynı insanlar olmuyorlar. Nefret söylemi daha üst sınıflardan çıkıyor, gazete yazarları, politikacılar, bir tür iktidar sahipleri… Mesela Tayyip Erdoğan diyor ki, “Terör örgütü üyeleri çok fazla çocuk yapıyorlar”…

Bu çok açık bir nefret söylemi, "çok çocuk yapan terör örgütü üyeleri" diye bir grup olabilir mi? O ne kastederse etsin, algılanan Kürtlerden söz ettiği. Tayyip Erdoğan tabi ki kendisi gidip hiçbir Kürdü linç etmiyor, ya da başka politikacılar, ya da gazete yazarları ya da gazetelerde o nefret söylemi haberlerini yapanlar… Bunların hiçbirisi linç eylemlerine katılmıyor. Linç eylemlerini kimler yapıyor? Yoksullar yapıyorlar ve nefret söyleminin hedefi olan gruplarla aslında en çok ortak noktaya sahip olan gruplar… Ne yapıyorlar? Yoksul Türkler, yoksul Kürt mahallelerini basıyor, yoksul Türkler gidip yoksul Roman mahallelerini basıyor vs… Linç dediğiniz şey açık bir nefret suçu, kolektif nefret suçlarına biz linç diyoruz. Bakın dünyada linç literatürüyle ilgili hiçbir şey bulamazsınız. Ben bu konuları çalışıyorum ve Batı literatüründe linç yok, bitti! Çünkü hukukun, demokrasinin daha iyi olduğu toplumlarda artık nefret suçları bireysel düzeye inmiş durumda, suç ama bireysel bir suç; bizdeki gibi toplaşıp gidip mahalleleri basmıyor kimse.

Hiç olmadığı anlamında söylemiyorsunuz sanırım… 

Hayır, günümüzde bizdeki biçimiyle yok... Ama nefret söylemi önce mahkum edilmiş ki, nefret suçu işlenememiş… Almanya’da bir politikacı “Bu Türkler çok fazla çoğalıyorlar, bir gün bizim nüfusumuzu ele geçirecekler” diyebilir mi? Bundan dolayı yargılanırlar. Böyle bir şey yapamazlar, bu bir suçtur. Kuşkusuz, dünyanın her yerinde sistemik hiyerarşiler yok olmadıkça nefret söylemi ve suçu bitmeyecek ama bizdeki kadar açık değil, daha sembolik, gizil hale gelmiş durumda. Şimdi Türkiye’de güya nefret suçları yasası var. Ama mesela cinsel yönelime yönelik nefret suçları yok, yasaya dahil edilmedi. Din, etnik köken vs var. O yüzden nefret söylemiyle nefret suçunu çok ayrı düşünemiyorum. Nefret söylemi, nefret suçunun ideolojik arka planını oluşturan dildir, söylemdir, yapıdır. Ve nefret söylemi ne kadar yukardan oluşturulur, ne kadar en yetkili, en güçlü insanlar tarafından dile getirilirse, onun suça dönüşmesi o ölçüde kolaydır.

Hele Ankara Valiliği’nin yaptığını düşünün. Bir devlet makamı bir grubun etkinliklerini yasaklıyor, yani açıkça "Bu grup zararlıdır" anlamına geliyor. Şimdi herhangi birisi bir eşcinsel insana ya da bir transa saldırırsa, arkasına devleti almış olmuyor mu? Ve nitekim bunu tüm yargılama süreçlerinde görüyorsunuz. “Benim asabımı bozdu, ahlaksız, bunlar aileye zarar veriyorlar, topluma zararlı, zaten alışık ” vs diye savunma yapıyorlar. Nefret söylemi ve suçları dünyanın her yerinde var ama bizim farkımız; hukuk, bu söylem ve suçları engelleyici bir fonksiyon taşımıyor. Bir ülkede hukuk ve demokrasinin üstünlüğü arttıkça bunlar azalıyor. Yok oluyor mu? Hayır…

"Nefret söylemi aslında bir kurucu ideoloji!"

Neden yok olmaz?

Çünkü nefret söylemi sadece bir grup insanın canını sıkan, onları üzen, onlara adaletsizlik ve eşitsizlik yapılmasını meşrulaştıran bir şey değil… Nefret söylemi aslında bir kurucu ideoloji! Bir ülkede kimlere yönelik nefret söylemi geliştirildiğine bakın, o ülkedeki aşağıdakiler ve yukarıdakilerin kimler olduğunu hemen anlarsınız. Yani bu sırf azınlıklar meselesi değil, bu aslında bir tür toplum inşası için sistemik bir ideoloji…

Örneğin Türkiye’de kimlere yönelik nefret söylemi yok, bir bakalım… Türkler, Sünniler… Sünni Müslümanlar yani Aleviler değil… Erkekler, heteroseksüeller...

Bunlarla ilgili bir nefret söylemi duydunuz mu? Heteroseksüel olduğu için yasaklanan bir etkinlik duydunuz mu? Erkeklerle ilgili mesela pek çok eleştiri var, kadınlara yönelik şiddet uygulayan erkeklerle ilgili… Yani “erkek soyu kurusun” diye bir şey duydunuz mu? Ya da işte kadınlar kendi aralarında kızınca konuşurlar ama bu, bunu söyleyen kadının kendi ilişkide bulunduğu, bir deneyimi olan bir erkeğe yönelik ifadeleridir.

Peki kim bu ülkeyi yöneten? İşte Türk, Müslüman, Sünni, Erkek, Heteroseksist bir ideoloji… İşte bunlar bu ülkenin kurucu ideolojisi… Peki aşağıda durması gerekenler kimler? Tüm Müslüman olmayanlar, mezhep açısından Sünni olmayanlar, etnik olarak Türk olmayanlar… Kürtler en çok nefret söyleminin mağduru Lazlara göre, Çerkezlere göre… Bunun sebebi çok açık, çünkü daha görünürler, daha çoklar ve “Biz buradayız ve birtakım haklarımızı istiyoruz” diye de bağırıyorlar. Bunu niye belirtiyorum?  LGBTİ örgütlenmeler de öyle… Özellikle son 15 yıldır giderek artan bir görünürlükleri var toplumda… Aşağıda durması gerekenler aslında nefret söylemi yoluyla gayrı meşrulaştırılarak aşağıda tutuluyorlar;  bir sistemin hiyerarşik yapısının olduğu gibi tutulabilmesi için nefret söylemi işlevsel. Nefret söylemi sadece adaletsizlik yaratan bir şey değil, kurucu bir ideoloji; iktidarların çok ihtiyacı olan bir şey… Yoksa neden yani çıkıp en büyük, en güçlü politikacılar durmadan şunlar kötü, şunlar hain, şunlar sözde, bunlar özde diye bağırıp dursunlar. Sürekli bir grup tarif ediyorlar, toplumdışı, kötü, tehdit ve sonra onlara yönelik her türlü kötülük mubah hale geliyor.  

"Batıda nefret söylemi daha ince biçimde var"

İktidarlar derken bir genelleme yapıyor musunuz? Bütün iktidarlar mı? Mesele Kanada Başbakanı’nın ağzından bu tür bir söylem duymuyoruz biz…   

Duymuyoruz çünkü orada hukuk daha gelişmiş… Ama şöyle detaylıca baksak… Mesela göçmenlere yönelik, Müslümanlara yönelik pek çok nefret söylemi duyuyoruz Batı ülkelerinde…  Ama daha ince biçimlerde, orada da sınıfsal ve başka hiyerarşilerin sürdürülmesi için gayrı meşrulaştırmaya ihtiyaç var ama bunun yolları daha ince, onu da konuşuruz bir gün..

Yani tamamen yok edilemeyen bir şey mi bu? 

Şöyle yok edilemiyor. Dile getiriliyor ama hukukun egemenliği arttıkça, demokrasi geliştikçe  o nefret söylemleri mahkum ediliyor. Ama halk arasında konuşuluyor.

Hollanda’da benim başıma geldi mesela… Bir taksi şoförü Türk olduğumu öğrenince "Ama sen karakafalı değilsin" dedi… Yüzüme söyledi ama çıkıp da Hollanda Başbakanı "Kara kafalı Türkler" demiyor. Çünkü Türkler Avrupa’da tıpkı bizim Türkiye’de nefret söylemine uğrayan gruplar gibi bir konumda… Müslümanlar da öyle…

"İktidarda olanlara yönelik nefret söylemi geliştirilemez"

Mesela İslamafobi meselesine gelelim. Avrupa’da İslamafobi vardır ve bir nefret suçudur. Bütün Müslümanlara karşı işlenmektedir. Ama açıkça devlet yöneticileri tarafından değil! Ama mesela Türkiye’de İslamafobi olamaz şu anda. Çünkü açıkça Sünni Müslüman olduğunu söyleyen ve ülkeyi bazen böyle yönettiğini açıkça ifade eden insanlar iktidardadır. Bakın iktidarda olanlara yönelik nefret söylemi geliştirilemez. Nefret söylemi tam tersine iktidarda olanın ayrıcalığıdır, nefret suçuna teşvik de iktidarda olanın ayrıcalığıdır. Türkiye’de Müslümanlara yönelik nefret söylemi olmadı mı? Oldu… Örneğin başörtülü kadınlara yönelik yaklaşım açıkça nefret söylemiydi ve hala vardır ama kısmen ve sıradan insanlar arasında. Mesela bazı kendilerine ‘Cumhuriyetçiyim’ diyen birileri başörtülü kadınlara yönelik bu söylemde bulunur. "Başörtülü kadınlar", Müslümanlar değil, erkekler hiç değil, diyorum. Bir grup… Tıpkı Kürtler gibi… Bu diğer grup başörtülü bir kadın gördüğünde tüm olumsuz nitelemeleri yapabilmektedir, buna karşılık devlet de bir dönem başörtülü kadınlara yönelik nefret suçu işlemiştir. Mesela onları üniversiteye almayarak… Ben tutarlı bir nefret söylemi ve suçu karşıtı bir insan olarak ve bir sosyalist olarak üniversitede hocayken, tüm öğrencilerim tanıktır, 28 Şubat sürecinin en yoğun olduğu dönemlerde başörtülü öğrencilerimi derse aldım, hiçbir zaman peruk ya da vs takmalarına izin vermedim. Bu yüzden de birtakım baskılara uğradım ve genellikle sağcı Müslümanların bu konuda hazırladıkları bildiriye imza attım, hiç bir dine ait hissetmediğim halde… Ama o dönem iktidarda olanlar böyle düşünüyorlardı. Şimdi Türkiye’de İslamafobi’den bahsedilemez, pek çok Batı ülkesindeki gibi. Tabii ki Müslümanlara yönelik nefret söylemi geliştirenler olabilir ama nadirdir ve nefret suçuna yol açacak bir gücü yoktur. Devletin başörtülü kadınlara yönelik nefret suçu işlediği dönemde hakikaten başörtülü kadınlar fiilen birçok bedel ödediler. Sokakta tacize bile uğradılar ama günümüzde böyle bir şey mümkün değil… Niye bu örneği veriyorum, çünkü bu iktidarda olanın ayrıcalığıdır. 

"Düşmanlık tek taraflı bir şey olamaz"

İktidardan yana ya da iktidardan olmayan insanlarda da bir nefret dalgası gelişiyor. Geçmişte o başörtülü kadınlara kötü gözle bakmayanların şimdi baktığını görebiliyoruz; iktidara kızgınlıklarının faturasını onlara kesiyorlar. Yani iktidar söylediğiniz ayrıcalığı kullanırken kendine olan nefreti de yoğunlaştırmış olmuyor mu? Ya da bunun farkında değil mi? 

Farkında ya da değiller mi, ya da sonuçlarını göze mi alıyorlar bilmiyorum. Bütün gruplar arası ilişkilerde tabi ki şöyle bir risk var. Eğer siz iktidar olarak kendi iktidarınızı ve kendi kitlesel gücünüzü bir arada tutmak için, toplumu bazen parçalayarak, bazen hep birlikte bir grup olarak nitelendiriyorsanız, "benden yana olanlar ve bana karşı olanlar" diye iki gruba ayırıp bunu nefret söylemi de kullanarak yapıyorsanız, doğal olarak o "düşman" olarak tarif ettiğiniz gruplar da kendi içinde bir araya geliyor. Bu aslında bizim gibi yönetilen ülkelerde iktidarların paradoksudur…

Tam da söylediğiniz oluyor, o karşı taraf da ne yapıyor? Bütün Müslümanlardan oluşan bir grup oluşturuyor zihninde. Normalde hiç kimse kendi oy verdiği partiye oy vermeyen birisini bu kadar dışlamamalı, dışlamaz. Ama kendisine yönelik sürekli bir dışlama mekanizması işletildiğinde o da karşı grup oluşturuyor. Özcülük zaten böyle bir şeydir. Yani beni birisi sürekli düşman olarak tarif ediyorsa, ben de ancak onu düşman olarak tarif ederek hayatta kalabilirim. Başka bir yol yok! Düşmanlık tek taraflı bir şey olamaz. Sen bir düşman inşa ediyorsan, aslında onun da seni olarak düşman inşa etmesinin yolunu açıyorsun demektir. Çünkü kurulan iktidar dili, karşı grupla kendisi arasında ortaklıkları giderek azaltıyor; kurulan dile dikkat edin. Tırnak içinde terör örgütlerinden bile bahsederken hepsi birden sayılıyor. Bu saydığı gruplar gerçekten bir arada olsalar, bunu hayal bile edemiyorum! Sen bunu yaptığında kendine oy verenler dışında tüm bir ülkenin yurttaşlarını terörist ya da terör destekçisi ilan ediyorsun. Peki o zaman bu insanlarla demokratik bir ortamda nasıl bir yöneten-yönetilen ilişkisi kurmayı planlıyorsun? Böyle bir şey mümkün değil… O yüzden bu özcülük, dış grup tarif etme ve o dış grubun da kendisini kapatması ve seni öyle tarif etmesi hali… Şu anda iktidara muhalif olan insanlarda ben de buna tanık oluyorum. Her gördükleri başörtülü kadını IŞİD’li, her sakallı adamı Müslüman terörist zannetmek ve ona tepki göstermek gibi yaklaşımlara rastlıyorum. Tıpkı iktidarın yaptığı şeyi yapıyorlar ama asla aynı yaygınlıkta değil! Bu durum, çok daha önemli bir şeye yol açıyor, toplum olma durumumuzu ortadan kaldırıyor. Bir ülkede sadece Misak-i Milli sınırları içinde bir arada duran insanlara toplum denemez  -artık durmak zorunda olduğu için mi onu da bilmem, zengini mülk alıp fakiri halk oyunları grubuna girip kaçmaya çalışıyor-. Bir toplumun ortak bir takım değerleri olması lazım, bütün sınıfsal ve başka farklılıklara rağmen bir kaç iyilik için bir kaç hakikat etrafında  sözbirliği olması gerek. Ben düşünüyorum, bir tane değer, bir tane hakikatte mutabakat bulamıyorum.

Eskiden milli maçlar böyle olurdu, artık o bile öyle değil… Ben futbol seven bir insanım… Futbol dili her zaman milliyetçi, homofobik bir söylemle inşa edilir ama bu dönemki kadar rezillik hiç olmamıştı. Politik gruplaşmanın futbol seyircisine bu kadar yansıdığı herhalde başka bir dönem yoktur. Bu toplum her zaman dörde, beşe ayrıydı… Şuanda ikiye ayrılmış durumda… Ben bir kutuplaşmadan bahsetmiyorum, kutuplaşma her zaman kötü bir şey olmayabilir. Kutuplaşma birbirimizden çok ayrı düşünmemiz anlamına gelebilir, her zaman ortada buluşmak zorunda değiliz. Ama bizim ülkemizde olan kutuplaşmadan öte bir şey… Birbiriyle hiçbir ortaklığı olmayan iki yarıdan bahsediyoruz. Ve giderek bu yarılar kendi içinde birleşiyor.

"Hergün yeni bir düşman inşası, işleri zor"

Geçen gün Bekir Ağırdır araştırmasının sonuçlarını yorumlarken "Asıl önemli olan sonuç X-Y partideki artış değil, dehşet bir derin ayrışma var toplumda ve bu beni ürkütüyor” diyordu. 

Çok derin ve büyük… Yani iktidar yanlısı ve karşıtları olarak meydana gelen bu bölünmede iktidar karşıtlarının büyük çoğunluğunda çok büyük bir umutsuzluk var. Büyük bir çaresizlik duygusu, büyük bir yersizlik duygusu ve en önemlisi büyük bir gelecek duygusu kaybı var. Ben, iktidarın da gelecek duygusunu kaybettiğini düşünüyorum. Yani o başlangıçtaki misyoner AKP’den artık eser yok, her gün yeniden planlanan öbür gün ve her gün yeni bir düşman inşası, işleri zor.. 

Yani onlar da mı kaygı duyuyor?

E tabii… Çünkü bu uzun vadeli bir ülke yönetme politikası olamaz. Yani bu kadar dışlayıcı bir politikayla bir ülkeyi yönetmeniz mümkün değil… Modern hukukun ortaya çıkış gerekçesini hatırlayalım… “Güçlü olan haklı olmasın” diye ortaya çıkmıştır. Hukuk şöyle bir şeydir: Hepimiz burada yazılanlara göre yönetilmeyi kabul ediyoruz! Onun karşısında teorik olarak da olsa eşitiz. Ben AKP’ye oy verenlerin hepsinin de hukuktan memnun olduklarını zannetmiyorum ama diyelim ki ülkenin en azından yarısı, başlarına bir şey geldiğinde hukukun onları koruyacağını düşünmüyorsa nasıl gelecek projeksiyonu yapabilirler? Hukuk birleştirici, yapıştırıcı bir şeydir ama onu bu ölçüde zedelediğiniz zaman ne olacak?

"Asgari demokrasiyi biz de olmasak kimse savunmayacak"

Ayrıca neyin kötü olacağı, neyin zararlı olacağına ilişkin net standartların olmadığı bir toplumda yaşıyoruz. Neyin suç olduğu, neyin norma uygun olmadığı da her gün değişiyor. Mesela yüz binlerce insanın işten atılmasına, tutuklanmasına neden olan bilmem ne dershanesinde okumuş olmak ya da atıyorum ByLock… Şimdi bu bir gün bir kanıt, öbür gün değil! Yani ben sadece karşıtlıktan  bahsetmiyorum, standardı kaybettik! Bir toplumun en azından hukuki ve belki de normatif standartları olur… Asgari bir şey olur? Emin olurum ki onun altına inilemeyecek. Mesela ben hiç emin değilim… Yeni daha, bir AKP milletvekili “Bu imzacılara yaşam hakkı bile verilmesi çok” dedi. Mesela trans arkadaşlar anlatırlar, 12 Eylül darbe, sıkıyönetim döneminde… O zamanlar bu arkadaşlar da şimdiki kadar ‘var’ değiller… Darbe yöneticileri bunları toplayıp, trene bindirip Ankara’ya gönderirlermiş, onlar da tekrar trene atlayıp Eskişehir’den geri dönerlermiş. Hakikaten o milletvekilinin söylediklerini okuyunca düşündüm. Bakın bunlar hep nefret suçu.. Bir ara hatırlıyor musunuz bir aklı evvel, tinerci çocukları İstanbul’daki adalara götürmeyi teklif etmişti… Bu da açık bir nefret suçu! Çünkü tinerci çocuklar da bu ülke için bir tehlike… Neden tinerci olduklarını düşünmüyorlar, onları adaya götürüp kurtulmayı düşünüyorlar! Gözümüze görünmeyin! Gözünün önünden uzaklaştırdığında yurttaşların ölmüyorlar, yok olmuyorlar, bir yerlerde yaşamaya devam ediyorlar! İşte bu yüzden hepimiz o zamanlar yolda bir tinerci çocuk görünce ödümüz kopmuyor muydu? Oysa o çocuklar o kadar tehlikeli falan değiller.  Demeye çalıştığım, bir tehlike yaratıyorsun, bir korku yaratıyorsun ve toplumdan onları dışlıyorsun, sonrasında onlara yapılan her şey meşru ve suç olmaktan çıkıveriyor.

Tekrar oraya döneyim… O milletvekilinin sözlerini okuduğumda dedim ki, şimdi biz yurt dışına çıkamıyoruz ya… Bir gün şöyle bir KHK çıkar mı acaba, “Bütün bu imzacılar ülkeyi terk etmek zorunda” diye… Böyle bir şey olsa buna şaşırır mısınız? Hiçbir standart yok. Adam çıkıp rahatlıkla “Yaşam hakkı bile vermek çok” diyor. Ben de yazdım, “Öldüremediğiniz için öldürmüyorsunuz aslında” diye… Keşke ölsek, çok da mutlu olacaklar! Çünkü bizi tehdit olarak görüyorlar. Oysa biz asla tehdit değiliz, iyi ki varız, çünkü bu ülkedeki asgari demokrasiyi biz de olmasak kimse savunmayacak. Ben bir gün o adamın hakkını savunmak zorunda kalabilirim ve bunu yaparım. Çünkü ben sadece kendi görüşümden insanların yaşadığı bir dünya hayal etmiyorum, sadece oy verdiğim partiye oy verenlerin yaşadığı bir ülke de istemiyorum. Bu faşizmdir. Ama aramızda geçişler olsun istiyorum. Yani sen iki tane grup tarif edip aralarındaki çizgileri gittikçe kalınlaştırırsan, düşman ilan edip kendini de onlar için düşman haline getiriyorsun. Ama biz aynı ülkede yaşıyoruz. Asgari hukuk standartlarına, asgari değerlere ihtiyacımız var, gerilsek de pek çok alanda mücadele etsek de. 

Kadını dövüyor, öldürüyorsun… Kürtleri Türk olmadığı için yaftalıyorsun da hayvanlar ne? Bu nasıl bir şiddet aşkı? Bunun bütün bunlarla bir ilgisi var mı? Bu da bütün bunların sonucu mu? 

E tabii… Şiddet arttı mı, görünür mü oldu? Ben bundan emin olamıyorum. Arttı muhtemelen… Artması için çok sebep var çünkü… Politik dil bütünüyle şiddet üzerine kurulu olursa, herkes bağırırsa, herkes birbirini düşman/çok zararlı ilan ederse, her zaman bütün dünyanın bize düşman olduğu ileri sürülürse doğal olarak en mikro düzeyde de sürekli düşman icat ediyoruz.

Şöyle de bir şey var tabii, bütün bir toplum müthiş bir uyarılmışlık halinde yaşıyoruz. Yani sürekli gerginlik hali ve bir gelecek kaygısı… Bu kaygı doğal olarak aslında normalde çok daha kolay bastırabildiğimiz bir takım şiddet eğilimlerimizi daha zor bastırabilir hale getiriyor. Bu şiddetin kendiliğinden artmasına neden olabilir. Ama bana daha da kötü gelen bir şey var! Her gün sosyal medyada görebilirsiniz, bu tür hastalıklı şiddet hallerinin kaydedilip yayınlanması… Bu bana daha korkunç geliyor! Bu bir sosyal onay ihtiyacı anlamına geliyor, demek ki böyle bir potansiyel var!

Mesela haberlerde bile bu kadar ardı ardına ve çok açıkça gösterilmesi, haydi bırakın haberleri sosyal medyada kayıt yapıyor ve paylaşıyor. Nasıl hukuk açısından standardımızı kaybettiysek biz, "İnsan olmak nedir" konusundaki standardımızı da hızla kaybediyoruz. Geçen gün izledim, bir baba çocuğunu dövüyor, annesi de çekiyor. Çocuk ağlıyor, evde arkasından koşuyorlar… Bu, bir ev içi macera olarak paylaşılıyor. Sosyal medya özel hayatların çok daha görünür olmasını sağlıyor. Bu da şiddeti daha görünür kılıyor. Çünkü aslında mikro düzeyindeki şiddet özel alanlarımızda çok yaygın, hep var! Bu daha görünür hale geliyor.

Ama şu kesin o mikro hayatlar ülkenin genelinden hiç bağımsız değil… Kontrol duygumuzu, gelecek projeksiyonumuzu ve asgari değerlerimizi kaybettikçe doğal olarak şiddete çok daha eğilimli hale geliyoruz. Hukuk dediğiniz şey zaten, sorunlar şiddetle çözülmesin diye ortaya çıkmıştır. Sürekli bir düşmanlık hali! Kendi aramızda da öyle değil mi? Sürekli küçük gruplar oluşturmak ve dışarıda kalanı diğer nitelikler açısından da gayrı meşrulaştırmak… Yani ülkede küçüklü büyüklü meşruiyet tarifleri var! Mesela iktidar dilini bu kadar eleştiriyoruz ya, sosyal medyada azıcık farklı bir görüş dile getirin, anında linç ediliyorsunuz. Ve bu linç edenler linçe karşı çıkıyorlar! Kime karşı? Sadece kendilerine karşı linçe karşılar! Yani nefret söylemini sadece kendi ait olduğu grup için zararlı gören gruplar ve grupçuklardan oluşan bir toplum olduk biz…

Toplum olmak, üzerinde anlaşmaya varılmış birkaç temel ilke gerektirir, bunu kaybettik… Bence her zaman böyle değildi… Mesele ben Hrant Dink’in cenazesini hatırlıyorum. O günleri hatırlıyorum. Orada ‘Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrant’ız’ diye bağırarak yürürken sağda-solda olanlar “Bak Ermeniyiz diyorlar, utanmıyorlar” diyorlardı. Ama bu laf kamusal alanda görünür-meşru bir ideoloji olarak bu kadar egemen olamadı. Herkes en azından ‘ayıp’ olmasın diye sustu. Şimdi artık ayıp olan "bi durun ne oluyor" demek..Karşıtlıklar, ideolojik, sınıfsal vb. nedenlerle değil; o nedenle de bir iyilik, bir değişim üretmesi de mümkün değil genellikle. 

Bizim kadim geleneklerimiz vardır. Ölünün arkasından susulur. En azından kötü bir şey söylenmez. Şimdi öyle bir durum yok. Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinin başına gelenleri biliyoruz. Öte tarafta, AKİT’in ölen genel yayın yönetmeni mesela… Sever miydim? Ben sevmem ama arkasından söylenenlerden utandım… 

Şimdi sevmemek ayrı bir konu… Evet, ben AKİT’in yöneticilerinden duygu olarak nefret edebilirim. Çünkü onlar bu ülkedeki nefret söyleminin gerçekten en orijinal hallerini geliştirdiler, zarar verdiler topluma. Ama birine sadece AKİT yazarı diye, öldüğünde böyle bir nefret dili geliştirmek… AKİT’in geliştirdiği dilden hiçbir farkı yok! İşte benim kastettiğim asgari müşterek olmaması… Aysel Tuğluk'un annesinin cenazesinde yaşananlar,  çok daha başka bir şey.. Sadece nefret suçu değil, bir tür yer gösterme hareketi, açıkça "Gidin, ölünüzü bile istemiyoruz.." demek. Aynı ideolojinin, bu insanlar ‘iyi gidelim o zaman’ derlerse, ‘ülkeyi bölüyorsunuz’ diyecekleri de artık bir ironi mi çaresizlik mi, nedir?

"Solcu olduğum için, ateist olduğum için, kadın olduğum için..."

Siz bir sürü haksızlığa uğradınız… Hala haksızlıklarla hukuk yoluyla ve anlaşılan uzun bir süre daha uğraşacaksınız… Siz öfkenizi, olumsuz duyguları nasıl dizginliyorsunuz? Bu “Gebersinler” diye atılan tweetleri okuduğunuzda ne yapıyorsunuz? 

Tweeti okumayı bırakın, içimden sürekli beddua ediyorum, “Gebersinler” de diyorum, “Yatacak yeriniz olmasın” da diyorum. Bunlar benim duygularım. Ama ben asla şöyle bir şey yapmıyorum, “Bu Müslümanların Allah belasını versin, bu Müslümanlar olduğu sürece bu ülkeye hayır gelmez” demiyorum, demem de… Mesela bu İzmir’deki tramvay vakasında… Hani adamın bir namaz kılıyordu, tramvay da duruyordu. Bu adama yönelik çok büyük küfürler vardı. Ben de ‘Olabilir’ dedim. Ama işte her Müslüman’ı provokatör gibi görmek, bu iktidar dilinin sonucu bu… Ben “Tramvay şoförü iyi ki durdu, ben böyle bir kamusal alan hayal ediyorum” dedim, bana neler dediler! AKP yanlısı ilan ettiler. Adam diyelim ki provokasyon yapıyor, yapsın, kılsın namazını gitsin… Ben böyle bir dünya hayal ediyorum. Beni AKP yanlısı yaptılar, hatta üniversiteye geri döneyim diye iktidara yalakalık yaptığımı falan yazdılar. Benim hayatım ne yanlısı olduğumu gösteriyor, benim umurumda değil ama demeye çalıştığım şu ki; bu hale geldik! Ben bu hale gelmedim ve gelmeyeceğim! Çünkü ben o nefret söylemini üreten, kendisinden olmayanı ezeli ve ebedi düşman olarak gören zihin halinden kendimi kurtarabilmek için çok çaba gösterdim ve bunu becerebildim.

İçine doğduğum, Türk, Müslüman, batılı, heteroseksüel, orta sınıf dünyadan aldığım bozuk fabrika ayarlarını değiştirmek için çok emek verdim, kadın olmak çok yardımcı oldu bana.

Ben böyle bir dünya istemiyorum. Benim savunduğum düşünceler iktidara geldiğinde de birileri nefret söyleminin hedefi olsun istemiyorum. Ben farklılıkların bir arada ve birbirine geçişli, herkes için adil ve eşit, sınıfsız ve sınırsız, hatta devletsiz bir dünya istiyorum, bu hayalimden hiç vazgeçmedim. Ben bu iktidardan hiç hoşlanmıyorum ve kesinlikle gitsinler istiyorum ama ben bu iktidarın Müslüman olduğu için böyle olduğunu düşünmüyorum, düpedüz neoliberal, milliyetçi, otoriter muhafazakarlar, daha sert ya da başta daha yumuşak, hep öyleydi. Bu iktidar Müslüman insanlardan oluşuyor ama bu benim açımdan bütün Müslümanların  gayrı meşru hale gelmesine yol açmaz. Müslüman oldukları için değil, böyle bir iktidar ideolosine sahip oldukları için, sınıflarının çıkarlarını korudukları için böyle yönetiyorlar… Hiçbir zaman bu ülkeyi ateistler yönetmedi zaten! Zaten hep Müslümanlar yönetti. Herhangi bir özellik o grubun tamamına atfetmeme, o grubu dışlamama sebep olamaz. Ben nefret söyleminin sürekli hedefiyim… Solcu olduğum için, ateist olduğum için, kadın olduğum için…

İktidar doğal, ezeli ve ebedi düşmanlar yaratıyor ve bunu giderek artırıyor. Aslında çemberi küçülttüğünün farkında değil… Çünkü sürekli düşman yaratarak karşısındaki grubu büyütüyor ve bir araya getiriyor, kendi çemberini de küçültüyor. 

"Akıl ve kalp gözümün açık olması benim için çok önemli"

Aklımızın ve kalbimizin masumiyetini korumak için ne yapmalıyız? Siz ne yapıyorsunuz mesela?

Çok zor tabii... Bu kadar haksızlığın yaşandığı, bu kadar yanlışın yapıldığı ve çok açıkça yapıldığı bir dönemde çok zor… Böyle bir dönemde aslında her şeye rağmen iyi hissetmeye çalışma kolay değil… Ben hayatım boyunca şunu yaparak iyi hissettim. Bir kere bu başımıza gelenlerin sadece bizimle ilgili bir şey olmadığını görüyorum. Bu ülkede milyonlarca insan acı çekiyor. Mesela hiç gözümüze takılmıyor bile ama her gün birileri inşaatlardan düşerek "iş kazaları"nda ölüyor. Burada politik bir şeyden bahsetmiyorum ama "iş kazaları" da politiktir, kapitalizmin bir sonucudur. O evlere ateş düşüyor. Tıpkı KHK’yla işinden edilen insanların evlerine ateş düştüğü gibi… Ben kendi adıma aklımın ve kalbimin masumiyetini kaybetmemesi için ne yapmaya çalıştığımı söyleyeyim… Bir kere kendime bu yaşadıklarım konusunda ne yarattığı sonuçlar ne de nedenleri açısından yalnız olmadığımı sürekli söylüyorum. Yalnız olmadığımı söylemem bana bir sorumluluk da yüklüyor. Sadece kendim için değil başkaları için de sorumluluğum var. İyi olma halini hep böyle tanımlamak lazım… Bir diğeriyle ilişki içinde ancak iyi olabiliyorsun. Mesela sizle bunları konuşabilmek beni iyileştiriyor. Hatta ülkenin ve dünyanın bu halde olduğunu görebilecek gözüm ve kalbim olduğunu hissetmek beni iyileştiriyor. Bu insanların benim gibi görebilen, benim gibi düşünebilen ve hakikaten iyi bir dünya hayal eden insanların var olduğunu görebilmek beni iyileştiriyor. İyi olmanın başka yolu yok! Tabi ben şunu da biliyorum bir sosyal psikolog olarak… Biz çok dinamik, devingen bir toplumuz… Hiç öyle uzun vadeli karamsarlığa falan gerek yok! Israrla şunu düşünüyorum, bir ülke böyle yönetilemez, dolayısıyla sürdürülebilir bir şey değil bu! Bunca insanın mutsuz olduğu, temel asgari standartların kaybolduğu bir toplum böyle yönetilemez. Bu değişmek zorunda… Önemli olan neyin doğru olduğu konusundaki terazimizin şaşmaması için direnmek. Aslında mesela bu! Çünkü insan bazen canı çok yanınca, kaynaklarını da kaybedince iyiyi ve doğruyu ayırt etmekte zorluk çekebilir. Çok daha kolay, uzlaşıcı hale gelebilir. Ben savunduğum temel değerler konusunda asla uzlaşmayacağım. Bu da bana çok iyi geliyor, bu anlamda söylüyorum. Olumsuz duygularımı da hiç bastırmıyorum ama bu olumsuz duyguların beni onlara dönüştürmesine izin vermeyeceğim. Bu iyi geliyor insana! O kadar büyük acılar var ki bu ülkede, ben payıma düşenin diğerleriyle karşılaştırıldığında hiç de çok olmadığını düşünüyorum. Ama onları görebilmeye devam etmek, o akıl ve kalp gözümün açık olması benim için çok önemli… Olumsuz duygularım da çok değerli, öfkem, kinim, nefretim çok değerli ama bunlar bir insanı sadece bana benzemediği için mahkum etmeme yol açmayacak, bu dünyanın değişmesi için hiç bir kötülüğü unutmamama yardımcı olacak sadece. 

Aslında siz bunu bir miktar cevapladınız, yine de sorayım. ‘Fakirleşen toplumlar adileşir’ demiş bir düşünür… Nefret suçunun yoksullukla bir alakası var mı? ‘Parasızlık ahlaksızlığı, ahlaksızlık çöküntüyü getirir’ gibi genel bir duruma katılır mısınız? 

Aslında parasızlık kendiliğinden ahlaksızlığı getirmez. Biraz önce söyledim aslında, nefret söylemi ve nefret suçları hiyerarşik sistemi sürdürmek için ve aşağıdakilerin oldukları yerlerde kalmalarını sağlamak için tam da zenginlere gereken bir şeydir. Adaletsizliğe uğrayanlar aslında uğradıkları adaletsizliğin sebebini kendileri gibi olan başka gruplara düşman olarak, sanki bu adaletsizliğin sebepleri onlarmış gibi algılarlar ve linçler böyle ortaya çıkar. Aslında ahlaksızlaştıran parasızlık değil, ahlaksızlaştıran, parasızlığın ortadan kalkacağı bir adaletin sağlanacağına yönelik  inancın kaybolması… Mesela İzmir’de bir araştırma yapmıştım… ‘En güvenmediğiniz gruplar kimlerdir?’ diye… Kürtler cevabı hiç öyle orta ya da orta üst sınıf arasından değil de en yoksul kesimlerden çıktı. Mesela Kürtlere daha çok yakın, en yakın mahallelerde oturanlar Kürtlere güvenmediklerini söylediler. Aslına bakarsanız o kadar çok ortak yanları var ki… Yoksullar, adaletsizliklere uğruyorlar, etnik kökenlerinin farklı olması bunu değiştirmiyor. Günümüzde mesela Suriyelilere o kadar büyük düşmanlık var ki… Mesela biraz daha yukarıdalarsa Kürtler de Suriyelilere düşmanlık yapıyorlar. Çünkü aşağıdakiler yani parasızlar, yoksullar, dezavantajlılar kendi durumlarının gerçek nedenlerini ayırt etme konusunda nefret söylemi ve ayrımcılık ideolojileri yüzünden başarılı olamıyorlar, "sınıf bilinci" diyoruz ya, sahte sınıf bilincine dönüşüyor mücadele ve örgütlenme olmadığında. Düşmanı en yakında arıyorlar. Bu sistem adaletsizliği üretiyor. Yoksa tabi ki parasızlık, hırsızlığa yol açar… Çünkü bir takım ihtiyaçların giderilmesi için norma uygun yollar yoksa tabii ki norm dışı yollara başvurulur. O yüzden mesela çocuk suçlular içerisinde yoksullardır birinci sırada… Neden orta ve üst sınıfların çocukları suç işlemiyor? Çünkü suç işlemeleri için gereken kaynak yoksunluğunun içinde yaşamıyorlar. Nefret söyleminin ve nefret suçlarının sistemin kurucu ve sürdürücü gücü olduğunu söylemem tam da bu yüzden… Eğer nefret söylemi olmasa aşağıdaki gruplar birbirlerine değil onları adaletsizliğe mahkum eden sisteme karşı öfkelerini yöneltirlerdi. Ve bunu ayırt edebilecekleri ne zamanları, ne yeterli enformasyon kaynakları, ne örgütlenme hakları…  Hiçbir şeyleri yok! 

Ve tabi bütün bu nefret söylemi ve suçlarının içerisinde medyayı da göz ardı etmemek lazım… Gerçekten çok mu payı/önemi? 

Çok fazla… Özellikle ana akım medya… Neden ana akım medya? Çünkü en fazla insana ulaşan… Özellikle akşam saatlerinde, herkesin yemek yerken seyrettiği haberler… Orta alt ve alt sınıfların eğitim düzeyi de düşük çünkü maalesef eğitim hakkı da sınıfsal bir hak. Ait olduğumuz sınıfa göre eğitim hakkından yararlanıyoruz. Bu sınıflarda doğal olarak enformasyon genellikle televizyon yoluyla alınıyor ve haberler de en yaygın medyadan seyrediliyor. Haberlerde kullanılan dil, haberlerde görünür olan söylem, eğitimsiz, çalışmayanların gündüz kuşaklarında izledikleri programlar, dünya ile ilgili aldıkları enformasyonlar… Tabi en çok bağıranın sesi duyuluyor. Haberlere bir bakın, 10 tane haberin 8 tanesi iktidar yetkililerinin orda-burda konuşmalarıyla ilgili… Bu tek taraflı ve çok yüksek sesli, sürekli toplumu bölen, ayrıştıran, toplumu ve dünyayı sürekli suçlayan dil, doğal olarak her izleyicinin zihninde eğer başka enformasyon kaynaklarından yararlanamıyorsa, kendi hayatını da sürekli iyiler-kötüler, doğrular-yanlışlar, aklar-karalar diye sınıflandırmasına yol açıyor. Bakın bu o kadar önemli ki… Dünyayı siyah-beyaz gibi görme hali… Günlük hayatı da kolaylaştıran bir şey bu, ‘Ya iyi ya kötü, fazla kafa yormama lüzum yok’… Ama işte bu ‘Ya bendensin ya kara toprağınsın’a yol açıyor. Doğal olarak başka kaynaklardan yararlanmıyorsan ve enformasyon alma adına maddi gücün yoksa böyle oluyor. Hiç orta nokta var mı medyada, haberlerde? Yok… E o zaman hayatlarda da orta nokta olmuyor. Griler yok hayatımızda ya siyah, ya beyaz… Siyah-beyaz Beşiktaş dışında iyi-doğru değil. Lütfen burasını çıkarmayalım, şunca kötülük içinde bir güzellik olsun..)

"Vicdan eşitlikle ilgilidir"

‘İnsanların doğuştan vicdanlı olduğunu zannediyor, bu yanlarının özellikle zor zamanlarda ortaya çıkmasını bekliyoruz. Oysa vicdan, empati insan ancak bilgilendikçe kendini dönüştürmesiyle kazandığı şeylerdir’ diyorsunuz bir makalenizde… Bu cümleye biraz şaşırmıştım. Çünkü vicdanın doğuştan geldiğini, bunun üzerine eğitimle çevreyle bir şeyler daha konulduğunu sanıyordum. 

Vicdan kendimizle ilgili bir şey değildir. Vicdan diğeriyle ilgili bir şeydir… Diğerini görme, varlığından ve durumundan haberdar olma ve giderek onun için sorumluluk hissetmekle ilgili kapasitemiz gibi bir şeydir vicdan… Ne kadar başkasıyla ilgili dertleniyorsak, vicdan öyle gelişebilir. Ve başkasıyla ilgili dertlenebilmemiz için kendi dertlerimizin optimal düzeyde olması gerek… O yüzden yoksullukların, adaletsizliklerin, eşitsizliklerin çok yaygın olduğu coğrafyalarda vicdana ilişkin yaygın bir kabul  beklemek çok kolay değil. Ayrıca vicdani sorumluluk doğrudan bir politik sorumluluğa yol açmayabilir, onu uyarabilir ama yetmez. 

Çok iyi tanıdığınız, hiç ummadığınız bir insan mesela Suriyelilerden nefret ediyor! Buna çok şaşırıyorum… Bu insanın gerçekten çok iyi yürekli olduğunu biliyorum ama bunu yapıyor! Bu genel söylemden etkilenmeden bir şekilde payına düşmesi mi insanın yoksa vicdan eksikliği mi? 

Çoğu insanın kendine benzeyenlere bir duyarlılığı var. Ama vicdan bize benzemeyenlerle ilgili duyarlılıklarımıza dahil bir şey… Anlatabiliyor muyum? Mesela benim işten atılmama bana benzeyen pek çok insan üzülebilir. Ama mesela bir Kürt öğretmenin işten atılmasına bana üzüldüğü kadar üzülmeyebilir. Vicdan eşitlikle ilgilidir. Hep söylüyorum ya temel standartla ilgili bir şey vicdan da… Mesela çok yaygın bir söylem var hani, “Bunu yapan insan bile değil” diye… Hayır tam da insan olmak aslında böyle bir şey! Mesela siz hiçbir mahallenin köpeklerinin toplanıp daha fakir bir mahallenin köpeklerinin yuvalarını bastığını gördünüz mü? Kendi alanlarına, yiyecek olan alanlara başka köpekler girince onlara direniyorlar ama örgütlenip evlerine sakladıkları kemikleri alıp, daha yoksul mahallenin köpeklerinin yuvalarını yıktığını hiç gördünüz mü? Ya da mesela işkence! İşkence insanın icat ettiği bir şeydir. Aslında bütün bu bildiğimiz kötülükler insan icadıdır. O yüzden tam da insana göre şeylerdir! Bir de bu söz için bir şey söyleyeyim, “İnsan bile değil” sözü için, biz buna sosyal psikolojide insanlıktan çıkarma diyoruz… Aynı zamanda en ağır suçları işleyenlerin bile insan olduğunu unutmamalıyız. Çünkü bunun bir de şöyle bir tarafı var. İnsanlıktan çıkardığımız zaman onların insan haklarından da mahrum edilebileceğini düşünüyoruz. “Mesela tecavüzcülere her şey yapılabilir, atıyorum birini terörist diye yaftaladığınız zaman onu her türlü haktan mahrum edebilirsiniz çünkü o insan bile değil!” anlayışı oluşuyor. İşte bize o milletvekilinin dediği gibi… Çünkü ‘vatan haini=insan değil, e insan değilse yaşam hakkı yok’… Böyle bir akıl zinciri yürütülüyor.

Bunu neden bu kadar kolay yapabiliyorlar? Yine oraya döneceğim, çünkü nefret söyleminin sistem kurucu ve sürdürücü işlevi diyorum ya… Eğer bizimle ilgili bu kadar gayrı meşrulaştırıcı bir dil kullanmasalar bize bu kadar haksızlık edebilirler mi? İsyan eder insanlar. İnsanlar suç işleyebilir, bu ülkenin yurttaşları onlar, yerlerde çıplak sürüklüyorlar. Herkes bakıyor… İşte o vicdan dediğimiz şey herkesin insan olduğunu ve bu bakımdan hakları olduğunu kabul etmekle ilgili bir şey… Ama nefret söylemi önce insanlıktan çıkarıyor. İnsanlıktan çıkardığı zaman onun hakkı falan yok ve herkes susar. O yüzden en yanlış bulduğumuz şeyde bile ‘İnsan bile değil’ demememiz lazım… İnsan, doğanın en kötülük üretme kapasitesine sahip canlısı… Böyle başka bir canlı yok, işkence yapan, diğerini yok eden, para için öldüren… Sonuç olarak biz insanlar olarak, insanların kurduğu bir hayatı yaşıyoruz, değiştirecek olan da biziz ama..

(GS/HK)

Gönül Soyoğul: İzmir’de doğdu. 1979’da Şirinyer Lisesi’ne atanıp 4 yıl çeşitli il ve okullarda sürdürdüğü edebiyat öğretmenliğinden 1982’de istifa ederek, gazeteciliğe Yeni Asır’da muhabir olarak başladı. 20 yıl bu gazetede görev yaptı, Yeni Asır’ın ilk kadın haber/yazı işleri müdürü/genel yayın yönetmeni oldu. Diva Dergisi ile Kent ve Yenigün Gazetesi’nin, son çalıştığı haber portalının kuruluşlarında görev yaptı. Haber, röportaj, seri röportaj, araştırma-inceleme ve güncel yazı dallarında ödüller aldı. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin 100’e yakın çalışanının yargılanıp beraat ettiği Çete davasını Başkan Aziz Kocaoğlu’nun anlatımı ve ‘Çete’ adıyla kitaplaştırdı. İzmir Gazeteciler Cemiyeti üyesi, Ege Ekonomisini  Geliştirme Vakfı EGEV’in de yönetim kurulu üyesi.

Kaynak: https://bianet.org/bianet/siyaset/192457-nefret-soylemi-iktidarlarin-cok...