Yerellik ve Evrensellik arasında Rojava deneyimi

Yazar / Referans: 
Bülent Küçük
Tarih: 
14.11.2013

Yerellik ve Evrensellik arasında Rojava deneyimi

 

Bülent Küçük & Ceren Özselçuk

 

Rojava devriminin sembolü olarak görülen Kobanê kenti 61 gündür kendine İslam devleti (IŞİD) diyen karanlık ve zalim bir örgütün ağır saldırılarına karşı efsanevi bir direniş sergileyerek, tüm dünyada özgürlüğün bir metaforu haline gelmiş bulunuyor. Siyasi Kürt kamuoyunda Kobanê üzerine yapılan tartışmalara baktığımızda ise, bu direnişi Kürtlerin yaşadığı bir coğrafyanın IŞİD istilasına karşı savunulması ya da Kürdistan’ın özgürleşmesinin ötesinde, potansiyel olarak herkesin özgürleşmesini mümkün kılacak evrensel bir mücadelenin simgesi olarak gören anlayış ile, bu mücadeleyi bir Kürtlük ve Kürdistan meselesine indirgeyerek, millileştirmek isteyen anlayış arasında -zaten var olan- farkın daha da belirginleştiğini görüyoruz. Daha çok simgesel değeri ön plana çıkan ve coşkuyla karşılanan bir grup Peşmerge’nin Kobanê’de mevzilenmesi bu millileşme eğilimini tetiklerken, Kobanê ile dayanışma için dünyanın bir çok yerinde meydana gelen eylemlilik ve ayağa kalkışlar bu evrenselleşmenin en açık bir tezahürü olarak görülebilir.

İçinde her iki dinamiği barındırsa da, direnişin kendi temsiliyeti evrenselleşme potansiyelini özellikle vurguluyor. Kobanê mücadelesini ilkesel olarak herkesin mücadelesi haline getiren, onun bu şekilde evrenselleşmesini mümkün kılan temel bir unsur, işgalci ve köktenci ölüm taburlarına karşı sıradan Kürt kadın savaşçıların yaşamak ve yaşatmak için verdikleri sıra dışı, cesur mücadele. Ne var ki Kobanê direnişi ile dayanışma, sadece çok kültürcü liberal bir çerçeve içinden hareket ettiği kadarıyla direnişin cinsiyet eşitliğine ve çok inançlılığa sahip çıkışını Rojava devriminin kurmaya çalıştığı yeni toplumsallığın bütünlüğü içinde konumlandırıp değerlendirmekten uzak duruyor. Bunu yaparken de, IŞİD’i hem kapitalist ulus devlet sisteminin körüklediğini şiddet sarmalından, hem de bu sistemi kuran ittifak süreçlerinden soyut, bu anlamda da siyasi ve toplumsal çözümlemeye tabi olmayan akıl dışı bir yapıya indirgiyor. Bu liberal-seküler temsilin Rojavalı kadınların ve erkeklerin, Stalingrad ve Madrid gibi tarihi direnişlere gönderme yaparak, “biz bir ‘Kürtlük mücadelesi’ vermenin ötesinde bir ‘insanlık mücadelesi’ veriyoruz” ifadesine içkin olan evrensellik mesajını görünmez kıldığını düşüyoruz.

Biz bu yazıda Rojava’nın üç ayrı kantonunda “Demokratik Özerklik” fikri çerçevesinde örgütlemeye çalıştıkları alternatif hayatın siyasi-düşünsel ve etik mahiyetini ana hatlarıyla tartışacağız. Rojava deneyiminin, Kürtlerin sömürgeci ağlardan özgürleşmesini de kapsayan, fakat bunun da ötesinde, nasıl bir Kürtlük, nasıl bir Kürdistan, nasıl bir Ortadoğu sorularına yanıt aramaya çalışan bir deneyim olduğunun altını çizeceğiz. Kürt hareketinin, başta Türkiye Kürdistanı ve Rojava olmak üzere, her dört parça için demokratik özerklik fikrini önerirken “bölge”ye yaptığı vurgu da belki bu çetrefilli sorular çerçevesinde önem kazanıyor. Bölge vurgusu yeni bir bilgi nesnesi önererek bizi Ortadoğu’nun ulus devletleş(eme)me sürecinin çok katmanlı ve şiddetli geçmişini masaya yatırmaya çağırıyor; çünkü bölge, hem Kürt kimliğinin sömürgeci ilişkilerle parçalanmış ve ulus olma bütünlüğünden yoksun bırakılmış tarihselliğine gönderme yapmakta, hem de katı coğrafi sınırları ve milli aidiyetleri sorgulayarak Ortadoğu’ya (ve hatta onun da dışına) alternatif bir birlikte yaşama zemini ve özgürleşme tahayyülü sunmaktadır. Dolayısıyla, anlamı bu şekilde fazla-belirlenmiş olan bölge kavramı yerellik ile evrenselliği—aralarındaki gerilimi de taşıyarak- aynı anda ifade etmektedir.

Neden özerk, neden demokratik?

İlk etapta Demokratik Özerklik fikrinin “Demokratik” ayağı toplumsal olana tekabül ederken, “Özerklik” ayağı bölgesel idari özerkliği çağrıştırmaktadır. Her iki kavramın anlamını derinleştirmek istersek: Bize göre, demokratik olma, siyasi süreçlere yüzeysel bir katılımın ötesine geçen bir şekilde, demokratik katılımın ve özgürlüklerin önünde engel teşkil eden eşitsizliklerin yapısal koşullarının, yani bu eşitsizliklerin simgesel ve maddi kaynaklarının yeniden dağıtımı marifetiyle dönüştürülmesini kapsamakta. Bu da geleneksel iş bölümünün ve toplumsal eşitsizliği doğallaştıran bir biçimde düzenlenmiş toplumsal fark kategorilerinin (yöneten vs. yönetilen, kadın vs. erkek, vb.) ve mekânsal ayrışmaların dönüştürülmesi anlamına gelmekte. Özerklik ise, yine bölgesel idari özerkliğin ötesine geçen bir şekilde, bu coğrafyada ikamet eden ve çeşitlilikten müteşekkil nüfusun kendi kendini ölçek ve nitelik bakımından nasıl idare edeceğine ilişkin, yani siyasi özerkliğe ilişkin soruları kapsıyor. 

Elbette demokratik olma (evrensel) ve özerklik (yerel) arasında yaptığımız bu ayrım analitik bir ayrım; bu iki kavramın hem birbirini beslediğini ve yer yer içerdiğini, hem de birbirini tartışmaya açtığını yadsımıyoruz. Örneğin, özerklik çeşitli toplulukların özgür iradesini tanıyarak siyasi süreçlere doğrudan demokratik katılımını esas alır ve aynı bölge içindeki çeşitli toplumsal ve siyasi birimlerin birbirlerinden; kadın örgütlerinin erkek örgütlerinden, mahalli birimlerin bölge birimlerinden, kültürel ve dini grupların diğer gruplardan veya idari yapıdan özerkliğini de içerir. Bu anlamda özerklik demokrasiyi yerleştirmenin ve eyleme koymanın mümkünlük koşulunu belirler: özerklik, demokratik yapının toplumsal ve siyasi bedenini oluşturması bakımından gereklidir. Zira, özerklik üzerinden siyasi egemenlik paylaşılmadığı zaman, inşa edilen demokratik yapıların ve pratiklerin merkezi iktidar tarafından bir tehdit unsuru olarak temsil edilerek –paralel yapılar olarak- suçlu ilan edilmesi, zayıflatılması ve cezalandırılması neredeyse kaçınılmaz olur. Öte yandan, özerklik demokrasiye gerekli bir koşul sunarken bu özerk olan her yapının demokratik olacağı anlamına gelmez. Örneğin, demokratik süreçleri benimsemeyen özerk bir yapı hiyerarşik ve bürokratik ulus devlet yapısının daha yerel ölçekte bir tezahürü haline gelebilir.

Yeri gelmişken belirtelim, Rojava’da icra edilen özgürlük mücadelesine sempatiyle bakan, “idari özerklik” veya “federasyon” fikrine olumlu yaklaşırken “demokratik özerklik” fikrine farklı sebeplerle mesafeli duran hatırı sayılır bir siyasi hareket ve entelektüel kesim var. Bunlar arasında en bilinen eleştirel pozisyon demokratik özerklik fikrini bağımsız bir devlet fikrine nazaran az bulan, ya da yeterince radikal bulmayan, bu fikrin Kürdistan’ın özgürleşmesi meselesini içi boş, müphem bir demokratik vatandaşlık meselesine indirgendiğini düşünen ortodoks bakıştır. Bundan görece farklı olanı Rojava dahil olmak üzere Kürdistan’ın dört parçasında sosyolojik ve tarihsel bir karşılığı olmadığı varsayımıyla demokratik özerklik fikrine mesafeli duran tutumdur. Sosyolojik ve tarihsel gerçekliği değişmez bir veri olarak alan bu yaklaşımın bu coğrafyada son bir kaç senede toplumsal alandaki yapısal ve zihinsel dönüşümü nasıl izah edeceği sorusunu bir kenara not edelim. Bu mesafeli yaklaşımın bölgesel yönetime denk gelen “Özerklik” kısmına evet deyip, toplumsal ve idari yapıların dönüştürülmesine tekabül eden “Demokratik” kısma itiraz etmesinin aslında, hem Kürt hareketinin özerklik vurgusunu çok dar anlamda değerlendirdiği, hem de demokratik özerklik fikrinin evrensellik vaadine (özgürlük ve eşitlik arasındaki kurucu bağa) bir itiraz anlamına geldiği söylenebilir. Oysa demokratik olma vurgusu, özerklik mücadelesinin sırf dışlanmış tikel bir kimliğin değil, herkesin müşterek eşitlik ve özgürlük mücadelesi haline dönüşebilmesini ilkesel olarak mümkün kılıyor. Bu anlamda, demokratik özerklik, meşruiyetini liberal hukukun simgesel ve maddi eşitsizliği görünmez kılarak bize vaat ettiği soyut-hukuki eşitlik nosyonundan değil, eşitlik ile özgürlük arasındaki kurucu bağı görünür kılarak kurmaktadır. Çünkü maddi ve simgesel bakımdan dezavantajlı olanların aynı zamanda özgürleşme imkanı da yapısal olarak kısıtlanmakta, özgürlükten feragat etme de eşitlikten feragat etme anlamına gelmektedir. Özerkliği dar idari anlamda anlamakta ısrar etme Kürt hareketinin ulus devlet ve kapitalizm gibi modern formlardan nasıl uzaklaşmaya çalıştığına da görmezden geliyor ve bu yönde bu harekete verilebilecek hayati desteği kısıtlıyor. Demokratik özerklik fikrinin yerelliği ve evrenselliği aynı anda nasıl ifade etmeye çalıştığını başka bir hattan, Kürt hareketinin çokça vurgu yaptığı ve bir arada öne sürdüğü, “siyasetin toplumsallaşması” ve “toplumsalın siyasileşmesi” vurguları üzerinden tartışmaya devam edelim.

Yerel özerklik: siyasetin toplumsallaşması

Demokratik özerklik, kültürel, dini, düşünsel, ekonomik, etnik aidiyetlere ilişkin çeşitli özyönetim alanları açmak suretiyle ulus-devletin merkezi egemenlik alanını un ufak ederek yerel ve bölgesel birimler üzerinden yeniden örgütlemeyi önermektedir. Bu öneri yerel ihtiyaç ve değerlerin çeşitliliği ile örgütlenme biçim ve ölçeklerinin çeşitliliğini de göz önünde bulundurmaktadır. Bu yüzdendir ki demokratik özerklik toplumsal dönüşümü, ne devlet iktidarını tamamıyla (bugünden yarına bir anda) yok etme, ne de onu ikame etme maksadı üzerinden tarif ediyor. Bunun yerine, tabandan yukarı doğru, zamana yayılmış bir dönüşüm süreci varsayarak, ve bu süreç içinde de bürokratik merkeziyetçiliği ve kapitalist moderniteyle bağdaşık ulus-devlet iktidarını yerel birimlere dağıtarak siyasi egemenliği toplumsallaştırma ve kamusal alanları çoğullaştırma maksadı taşımakta.

Nazan Üstündağ ve Welat Ay’ın SAMER araştırma ekibiyle[1] 2014 sonbaharında Rojava’nın en büyük kantonu olan Cezire’de yaptıkları saha çalışmasından ilk aktarımlarına baktığımızda çok farklı alanlarda özerk ve çeşitli kamusallıkların inşa edildiğinin örneklerini görmekteyiz. Mesela, taciz, tecavüz, erken evlendirilme, çok eşlilik gibi kadınlara ilişkin sorunların özerk “kadın evleri”nde (male jın) örgütlenmiş olan kadınlar tarafından –erkeklerin tehditlerine aldırmadan- çözülüyor olması, ya da hukuki alanda devlet mahkemelerini işlevsiz kılan, sıradan insanlardan oluşturulmuş “sulh komitelerinin,” davacının ve davalının rızasına dayanarak ve kimi evrensel prensipleri gözeterek davaların neredeyse tamamını çözmeleri gibi. Bu kamusallıkları sorunsuz ve çatışkısız işleyen bitmiş birimler olarak değil, yeni arayışların ve yaratıcı denemelerin icra edildiği sabırlı ve sürekli bir yeniden inşa sürecinin bir parçası olarak görmek gerekir. 

Demokratik özerkliğin bu yerellik vurgusuyla bir arada ‘‘bölge’’ye de sıkça atıfta bulunuyor oluşu not edilmeli. ‘Bölge, Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasındaki ulus devlet sınırlarını aşan güçlü kültürel, siyasal ve ekonomik bağlara sahip Kürt halkları arasındaki tarihi, fiili ve muhayyel ilişkilerin bir kabulüdür. Kürtlerin sömürgecilik sonrası birlikteliğine dair bu kabule ek olarak, bir biraradalık tahayyülü olarak bölge, yerelin yalıtan, küreselin aynılaştıran ve ulusun keskin sınırlar çizen çıkmazlarına cevaben karşılaşmalara ve farka çok daha açık, bu anlamda da daha evrensel bir coğrafi ve simgesel alternatif önermekte.

Rojava sözleşmesine baktığımızda ise yerelliği ve evrenselliği aynı anda ifade eden bir dizi maddeyle karşılaşmaktayız.[2] Örneğin, sözleşmenin 9. Maddesi bir kanton içinde yaşayan herkesin kültürel çeşitliliğinin siyasi temsilini müşterek güvence altına alıyor: “Cezire Kantonu’nun resmi dilleri Kürtçe, Arapça ve Süryanice’dir. Aynı zamanda diğer tüm oluşumların anadillerini kullanma ve anadillerinde eğitim görme hakkı vardır.” Rojava’da yerel özerklik icra edilirken, bölgeler arasına kalın sınırlar çizmeden, anayasal olarak belirlenmiş ilkeleri kabul eden üç kanton dışındaki başka bölgelerin de kendi rızalarıyla Rojava’daki demokratik özerk yapılara katılabilmesinin imkanı sözleşmeye bağlanmış. 7. Madde’ de ifade edildiği üzere, “Toplumsal Sözleşmeyi kabul eden Suriye’deki bütün kentler ve bölgeler, Demokratik Özerk Yönetimlerin kantonlarına dahil olma hakkına sahiptir.” 9. Madde yerel içindeki kültürel çeşitliliğin kendini temsil etme eşitliğini tanırken, 7. Madde demokratik ilkeler üzerinden açık uçlu–sadece toprak mülkiyeti üzerinden yürümeyen bir bölgesel genişlemeye ve evrenselliğe kapı açmaktadır.

Demokratik evrensellik: toplumsalın siyasallaşması

Siyasetin toplumsallaşması merkezi devlet iktidarının parçalanması ve özerk, özyönetim yapılarının toplumsallığın tüm boyut ve mecralarında yaygınlaşması anlamına geliyor ise toplumsalın siyasallaşması da, toplumsal alanlarda eşitsizlik ve tahakküm ilişkileri oluşturan, toplumsal dışlama yaratan maddi ve simgesel koşulların müzakereye açılarak ifade bulması ve böylelikle bu yapısal koşullarının dönüştürülmesi için stratejiler üretilmesi anlamına gelir. Bu da, kültürel farkları hiyerarşik ilişkiler olarak düzenleyen ırkçı, cinsiyetçi, vb. söylemlerin (ve bu söylemlere destek veren duygusal yatırımların) nasıl dönüşeceği zor sorusunu içerir. “Doğal” ve “teknik” bir meseleymiş gibi düzenlenen toplumsal iş bölümünün ve siyaset dışı görülen toplumsal alanların (örneğin, bürokrasi, hane içi ilişkiler, ekonomi, çevre gibi) demokratikleşmesi için yeni pratikler ve mekanlar yaratma gerekliliğini de ortaya koyar. Demokratikleşmeyi bu şekilde tanımladıktan sonra, iki toplumsal alanın, bürokrasi ve ekonominin demokratik dönüşümüne yönelik bizce başlangıç teşkil edebilecek pratiklerden kısaca örnek verelim.

Bürokrasi. İdare eden ve edilen arasındaki hiyerarşik düzenlemeyi dönüştürme meselesinin Kürt hareketinin mevcut örgütlenmesinde dikkate alındığını söyleyebiliriz. ‘‘Üst’’ ve ‘‘ast’’ liderlik pozisyonları arasında dönüşümlü yer değiştirme çabası ve yönetenlerle yönetilenler arasında oluşması muhtemel bir hiyerarşiyi engellemek üzere hareketin içinde devamlı olarak yeni siyasal eylemlilik aktörleri üretme kararlılığı --önemli ölçekte ara kadroların yer değiştirmesi, mevki değiştirmesi, aynı zamanda (liderlik, mahalli meclisler, parti, kongre gibi) siyasette çoklu kurumsallaşmanın engellenmemesi—buna verilebilecek örneklerden. Özyönetim yapılarının tüm seviyelerinde kadınların eşit katılımı ile teşvik edilen cinsiyet eşitliği prensibi de söz konusu yönetimdeki eşitsizliğin yeniden dağılımı meselesinin esas bir boyutunu oluşturuyor. Rotasyonun kişilere farklı yetenekler kazandırmak, farklı sosyal ekolojiler arasında deneyim aktarımı sağlamak ve siyasal eylemliliğe dair yeni kapasiteler geliştirmek gibi pedagojik işlevleri de bulunmakta. Bu anlamda demokratik özerklik idare eden ile edilen, hizmet eden ile edilen arasındaki eşitsiz ilişkinin önemini kaybetmesine çalışarak ve kendi kendini yönetmenin mekanizmalarını inşa ederek idare etme faaliyetini demokratikleştirmeyi amaçlamaktadır.

 

Ekonomi. Üstündağ ve Ay’ın aktarımına geri dönersek, Cezire’de maddi kaynakların yeniden dağılımı bağlamında, Suriye devletinden el konulan geniş toprakların kooperatifler şeklinde örgütlenerek halka dağıtılması, kayda değer bir nüfusun (takriben 200 bin civarında) bu kooperatifler üzerinden geçimlerini sağlaması ve bu anlamda da toplumsal eşitliğin koşullarının yaratılması ve ekonomik kaynaklara erişimin demokratikleşmesi önemli özgün bir deneyim olarak tarihe geçmekte. Burada belki mülk ilişkilerinin ve artık emeğe el koyma süreçlerinin demokratikleşmesine ek olarak, ekonomik olarak değerli ve ekonomik olarak değersiz olan arasındaki sınırını kuran ve bu sınır aracılığı ile toplumsal eşitsizleri ve dışlanmaları yeniden üreten simgesel yapıların da dönüşmesi gerektiğinin altını çizebiliriz. Bu simgesel sınır bir dizi hiyerarşi üzerinden kuruluyor: Piyasa için üretim/piyasa dışı üretim; vasıflı emek/vasıfsız emek; ücretli (erkek) emeği/ücretsiz (kadın) emeği; kapitalist üretim/geçimlik üretim, özel mülkiyet/müşterekler gibi. Bu ekonomik hiyerarşilerde ikinci terim, “değerli” ilan edilen birinci terimle kıyaslanıp yetersiz, muhtaç bir faaliyetmiş gibi temsil edilerek değersizleştiriliyor. Bu simgesel eşitsizliğin dönüştürülmesi ilk etapta tüm ekonomik faaliyetlerin özerkliğinin tanınmasından geçiyor. Burada yine demokrasi ve özerklik arasındaki kurucu bağı gözlemliyoruz.

Direniş, dayanışma ve ulus-devleti aşan arzu

IŞİD saldırıları sonrasında hem Güney Kürdistan’da hem de Rojava’daki özerk yapıların uluslararası kuvvetlerin desteği olmaksızın işgalci saldırılara karşı korunaksız olduğunun ortaya çıkması, haklı bir biçimde siyasi egemenlik meselesini her dört parçada farklı biçimlerde varlığı inkar edilmiş Kürtlerin gündemine daha güçlü bir şekilde taşımış oldu. Malum, bütün devletsiz toplumlar gibi Kürtler’de, başka devletlerin değil, en çok vatandaşı oldukları devletlerin şiddetine maruz kaldılar. Bu acılı deneyimlerin tekrar yaşanmaması için ulusal egemenlik talep etmenin meşru ve anlaşılır bir şey olduğunu elbette düşünüyoruz. Belki de, bu travmatik deneyimler bizi demokratik özerklik fikrini devlet veya federasyon fikrine karşıt bir yerden konumlandırmak yerine, kurulması arzu edilen bağımsız bir devletin—ki böyle bir şeyin olması, Güney Kürdistan dışında oldukça uzak bir ihtimal olarak gözüküyor- demokratik özerklik çerçevesi üzerinden inşa edilebileceğini düşünmeye yönlendirebilir. Fakat unutmamak gerekir ki, Orta Doğu’da Irak ve Suriye örneğinde görüldüğü üzere, merkeziyetçi ulus-devlet denilen egemen yapıların da güvenceden uzak, saldırılara karşı korunaksız olduğu apaçık ortaya çıkmıştır. Üstelik ulus devletin krizi, fiili-konjonktürel olarak korunaksız olmanın ötesinde bir beraber yaşama kurgusunun ideolojik ve tarihsel krizidir. Nitekim Suriye’nin bugün içinde olduğu krizi Fransız devletinin Suriye topraklarını terk ederek bölgeyi yeni kurulmuş olan merkezi Suriye devletine bırakması sonrasında Cezire bölgesi gibi özerk statüye sahip yapıların ortadan kaldırılması ve özerkliğin geri gelmesini amaçlayan ayaklanmaların da kanla bastırılmasından bağımsız düşünmek mümkün değildir.[3] Dolayısıyla kantonlar biçiminde örgütlenmiş demokratik özerk yapıların belli bir siyasi, örgütsel ve kurumsal yoğunluğa sahip olmadıkları takdirde saldırılara maruz kaldığı nasıl aşikar hale geldiyse, ulus devletin de Kürtlerin nihai özgürlüğü için tek başına bir model olamayacağı belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır diyebiliriz.

Bu nedenle Kobanê’deki direnişi ve demokratik özerklik fikrini ulus-devlet modelinin küresel krizine bir çözüm inşa etmenin evrenselliği ile ilişkilendirerek tartışmak istedik. Bu evrenselliğin gerektirdiği önemli bir riske işaret ederek bitirelim. Rojava devriminin, ezilenlere acıma ve merhamet üzerinden kurulan insani yardım üzerinden ortaklaşmayı aşan, böyle bir insaniliğin yetersizliğini ifşa eden bir tarafı var. Rojava, Nejat Suphi Ağırnaslı’nın Ermenilerin soykırım ile sonuçlanan alternatif bir toplumsallık mücadelesi bağlamında dile getirdiği son derece önemli tespiti ile,[4] mazlum ve mağdur olduğu için değil, tam da onu bu konuma hapsetmeye çalışan koşulları dönüştürmek için eyleme geçen siyasi bir fail olarak direniyor. Bu fail olma durumu, hem devletin eşitsizlik ve tahakküm üreten egemenlik alanlarını dönüştürme arzusunu içeriyor, hem de bu alanları görünmez kılınmış bütün seslere açarak, siyasi olarak “vasıfsızlaştırılmış” ve simgesel olarak değersizleştirilmiş toplumsal kesimlerin siyasete doğrudan katılımını öncelikli hale getiriyor. Bu arzunun hayata geçirilebileceği alternatif toplumsallık biçimleri ve ilişkileri çoğul ve icat edilmeyi gerektirdiği oranda da belirsiz. Bu nedenle Rojava ile sadece yerleşmiş ve tanıdık fikirler, ezbere dayalı metodolojiler ve kurumsallaşmalar (birleşik bir Kürdistan devleti, federasyon, idari özerklik ve hatta komünizm) ve hatta kiminle ittifak yapılıp kiminle yapılmamasına ilişkin ön kabuller üzerinden kurulan (muhayyel) siyasi ve askeri ittifaklar da kırılgan olacak. Fakat biz bu kırılganlığı ve belirsizliği bir eksiklik olarak görmek yerine, bunu, riski de içinde barındıran, her müstakil kimliğin kendi sınırını aşarak herkesleşebileceği özgürlükçü bir siyasetin imkanı olarak değerlendirilebileceğini düşünüyoruz.

NOTLAR

[1] Nazan Üstündağ’ın bu konuda kısa bir değerlendirmesine şuradan ulaşılabilir:http://www.jadaliyya.com/pages/index/19620/roj-roja-rojava

[2] Rojava Anayasası’nın tam metnine şuradan ulaşılabilir: civiroglu.net/Rojava-toplumsal-sozlesmesi/

[3] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Seda Altuğ’un Boğaziçi Chronicles‘ın 31. 10. 2013’de düzenlediği “Translocal Commons. A Colloquium with Susan Buck-Morss” adlı konferansta sunduğu “Claims to self-rule in the fever of war in Syria” adlı çalışmasına bakılabilir.

[4] Ağırnaslı’nın yazısının tam metnine şuradan ulaşılabilir: http://www.sendika.org/2014/10/cadi-kazaninda-kaynayan-gunahlar-suphi-nejat-agirnasli-fraksiyon-org/