Suça ortak olmayacağız barışı savunacağız’

Yazar / Referans: 
Şerif KARATAŞ, www.evrensel.net
Tarih: 
11.01.2017

Barış bildirisine imza attıkları için tutuklu kalan akademisyenler Muzaffer Kaya, Kıvanç Ersoy ve Meral Camcı barış bildirisinin üzerinden geçen bir yılı Evrensel’e değerlendirdi.

Akademisyenler, barış savunacaklarını bir kez daha yinelediler.

11 Ocak 2016’da akademisyenler müzakere sürecinin ‘buzdolabına kaldırılmasıyla’, sürekli hale gelen sokağa çıkma yasakları ve bitmeyen ölümler için harekete geçirdi. 89 üniversiteden 1128 akademisyen, “Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesi” çağrısı yaparken, “Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını” da istedi. Barış İçin Akademisyenler eş zamanlı olarak, İstanbul’da ve  Ankara’da çağrılarıyla ilgili basın açıklamalarını Türkçe ve Kürtçe yaptılar.

Barış için Akademisyenler inisiyatifi tarafından hazırlanan “Bu suça ortak olmayacağız” bildirinin açıklamasının ardından başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti, Hükümete yakın basın tarafından hedef gösterilen akademisyenlerden Muzaffer Kaya, Kıvanç Ersoy, Esra Mungan, Meral Camcı için 15 Mart’ta gözaltı kararı verildi. Meral Camcı yurt dışında olması nedeniyle gözaltına alınmadı. 30 Mart’ta Türkiye’ye dönen Camcı, 31 Mart’ta tutuklandı. 4 akademisyen 22 Nisan’da çıktıkları ilk duruşmada tahliye edildi.Barış bildirisine imza atan akademisyenler 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL’le birlikte çıkartılan kanun hükmünde kararnamelerle üniversitelerden ihraç edildi. Üzerinden bir yıl geçmesine karşın barış talebi bütün sıcaklığı ortaya yerde duruyor.

AKADEMİYİ YENİDEN KURMAK

Meral Camcı

“BU Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi 1128 ilk imzayla kamuoyuna duyurulduğu günden bugüne geçen bir yılda “toplumsal barışın tesisi” talebimizin haklılığı ve ivediliği ile her geçen gün ve hep beraber yüzleşildi. Barış talebini dile getirmek, yaşadığımız toplumun, halkların hakikatine sessiz kalmamayı seçmemenin, sessiz tanıklıktan müdahil tanıklığa geçiş iradesinin beyanıydı. Bugün pek çok kamusal alanda –buna elbette ve en başta üniversite dahil-  “makbul” vatandaş olmanın gereği olarak dayatılan bir davranış biçimidir görmezden, duymazdan gelmek, –mış gibi yapmak. Sermaye ve iktidarın güdümündeki üniversitelerde özgür, eşit, eleştirel, bilimsel çalışma yapmak mümkünmüş gibi ve dahi, toplumsal süreçlerin dışında ilerleyen bir bilim mümkünmüş gibi, ülkenin doğusunda yaşayanın ve yaşananın, batısındakiyle hiç ilgisi yokmuş gibi, “her şey tıkırında”ymış gibi, yitip gidenler sadece birer sayıymış gibi... “Biat” ve “itaat” etmememiz, sorunu tanımlayıp çözüm önermemiz ve çözüm için akademisyenler olarak bize düşen görevi yerine getirmeye hazır olduğumuzu dillendirişimiz “suç” sayıldı.

Hemen akabinde devlet merciinin en tepesinden yandaş basına, yandaş basından mafya liderine dek dillendirilen bir topyekün saldırı, YÖK eliyle üniversitelere gönderilen talimatla açılan disiplin soruşturmaları, ilkin  emek sömürüsü ve güvencesizliğin en üst boyutta deneyimlendiği vakıf üniversitelerinde işten atmalar, tehdit ve gözdağları, görevden almalar, uzaklaştırmalarla devam etti.. Daha bu ilk aşamada imzacı sayısı 2212’ye ulaştı. Barış İçin Herkes inisiyatifi içinde bir araya gelen toplumun farklı kesimlerinden, sinemacılardan, sanatçılardan, hekimlerden, mühendis ve mimarlardan, hukukçular, edebiyatçılar, öğretmenler ve öğrencilerden gelen destekle sayı aslen on binlere vardı.

Bu bir yıl boyunca bu “suç”a iliştirilen farklı görünümlerdeki “bedel”leri ödedik ve ödemeye devam ediyoruz. Emek süreçlerimiz, bilimsel birikim ve üretimlerimiz yok sayıldı. Şubat 2016’dan bugüne dek vakıf üniversitelerinde 34 imzacı akademisyen işten çıkarıldı. Devlet üniversitelerinde uzaklaştırma ve açığa almalar, yurtiçi ve dışı görev iptalleri, disiplin soruşturmaları, kınama cezaları, memuriyetten ihraçlarla başlayan süreçte, son KHK’lerle bir gecede, akademik yaşamı boyunca mücadele ettiği “anlayış”la bir torbaya sokularak ihraç edilen 152 barış imzacısı ve sendikalı öğretim üyesi arkadaşlarımızla birlikte toplamda işten çıkarılanların sayısı 186’yı buldu. İstifaya zorlanan ya da zorla emekli edilen öğretim üyeleriyle birlikte ise sayı, 202’dir. Üniversite öğretim mesleğinden ya da kamu görevinden çıkarılma/ihraç talebiyle dosyası YÖK’e gönderilen barış akademisyenlerinin sayısı devlet ve vakıf, 108’dir. 46 akademisyen bu süreçte göz altına alınmış, 4 akademisyen tutuklanmıştır. 126’sı kamu görevinden
ihraç edilmiş, 63 ÖYP’li asistan yapılan usul ve esas değişiklikleri ve KHK’lerle hak ihlallerine uğramıştır.

BİZE DÜŞEN, SORUMLU KONUŞMAYA DEVAM ETMEKTİR

Bütün bunlar elbette aslen 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen akabinde başlayan ve düne dek devam eden toplumsal sürecin bir parçasıdır. Barış talebi iradi ve net bir talepti. Akademiye yönelik saldırının bu bildiri akabinde yaşanan süreçle yeniden ve farklı bir görünürlük kazandığını söylemek mümkündür. Saldırı yeni başlamadı elbette. Retrospektif bir çözümlemeye girişmeyeceğim ancak, bildirinin ardından, üniversiteler mücadele içinde, bütün içinde durumu “yeniden ve farklı” kılan ayırt edici özellik kanımca şudur: Üniversite öğretim elemanlarının kamusal alana “net” ve “sert” bir söz ile “eyleyen” olarak dahil olması. Bu dahil olma durumu, müdahil olma istenci, elini taşın altına sokacağının iradi beyanı ile birlikte, öğretim elemanları akademi içindeki söz söyleme alanını da genişletme çabasına girmiştir. Bu uzun süredir baskılanan bir alandı. AKP döneminde ise ayyuka çıkmıştır. AKP üniversiteyi de, toplumsal alanın diğer mecralarını da yeniden inşa etme sürecindedir. Kadrolarını yerleştirme ve işleyiş ve düşünce mekanizmalarını yeniden inşa etme.Üniversite özelinde bu, şuna tekabül etmektedir. Biat eden üniversite. Biat eden bilim. Rant üreten bir üniversite. Rant üreten bilim. Hem kendi içinde rant üretecek, kamuda üretilen ortak değerden pay almayacak; hem de proje odaklı bir bilimsel üretim ile iktidara rant sağlayacak. Eleştirel düşüncenin ve hele hele müdahil olma arzusunda olan bir üniversitenin bu yeni yapıda zerre kadar yeri yok.

Bu noktada bize düşen, sorumlu konuşmaya devam etmektir; sorumlu konuşmak, ölümden değil yaşamdan, savaştan değil barıştan, çatışma, kin ve nefretten değil, çözüm ve dayanışmadan, çıkar ve iktidardan yana değil, emek ve demokrasiden, halklardan yana; farklı etnik, dinsel, kültürel, cinsel kimliklere, farklı var olma biçimlerine, özgürlüklere, emeğe ve doğaya saygılı konuşmak demektir.

Bu saldırıyı görünür kılmak ve mücadele etmek de yine bizlere düşüyor, yani öğrenciler, üniversite çalışanları ve öğretim elemanlarının ortak mücadelesine. Akademiyi yeniden kurmak gerekiyor. Pek çok alan gibi.

BARIŞ İÇİN, DEMOKRASİ İÇİN, YAŞAMAK İÇİN: HAYIR!

Kıvanç Ersoy

11 OCAK 2016 tarihli basın açıklamamızın birinci yıldönümünde, bu bir yılda yaşananların bir bilançosunu çıkardığımızda, Bu Suça Ortak Olmayacağız dediğimiz andan itibaren iktidarın suçlarının katlanarak büyüdüğünü görüyoruz. 2015’in son aylarında bazı Kürt illerindeki sokağa çıkma yasaklarına ve hak ihlallerine karşı çıktığımız, ölümlere dur dediğimiz ve acil barış talebini yükselttiğimiz  basın açıklamamızdan sonraki bir yılda, neredeyse bütün Kürt illeri  bir yıkım alanına döndü, sivil halktan yüzlerce kişi hayatını kaybetti, binlerce kişi göç etmek zorunda kaldı. Kürt halkının ve toplamda Türkiye’nin yüzde 13’ünün siyasi temsilcisi HDP’nin genel başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, il ve ilçe yöneticileri tutuklandı.  7 Haziran’da  HDP’ye oy veren yüzde 13’ün iradesi hiçe sayıldı. Özgür Gündem kapatıldı, yayın sorumluları, danışmanları ve bazı nöbetçi yayın yönetmenleri tutuklandı, yargılandı. IMC TV ve Hayat TV kapatıldı. Başarısız 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek ilan edilen OHAL ile, ortak olmayacağız dediğimiz suç artık sadece Kürt illeri ile sınırlı kalmayıp, tüm Türkiye’ye yayıldı.

İmzacı öğretim üyeleri üzerindeki baskılar da ifade özgürlüğünün ülkede ne durumda olduğunu iyice gözler önüne serdi. Darbe fırsatçılığı ile OHAL koşullarında çıkarılan KHK’lar ile içlerinde Kocaeli, Yalova, Antalya, Samsun, Mardin, Aydın, Düzce, Kastamonu, Niğde gibi illerdeki tüm, İstanbul Üniversitesi,  Ege Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Ankara Üniversitesi’nden de bazı imzacılar kamu görevinden çıkarıldı. Bununla beraber, kamuda sözleşmesi uzatılmayan ya da vakıf üniversitelerinden çıkarılan imzacılar da toplandığında 200’den fazla imzacı işten çıkarıldı. Biz dördümüz  kısa bir süre cezaevinde kaldık, halen yargılanmaya devam ediyoruz.

BARIŞ İSTEMEYE DEVAM EDECEĞİZ

Bu “ahval ve şerait içinde dahi” barış sözümüzün arkasında durduk, duracağız. Rosa’nın dediği gibi “vardık, varız, varolacağız.” Barış talebi yargılanamaz. Biz her şeye rağmen barış istemeye devam edeceğiz.

Türkiye solunun büyük bir kesimi genelde her totaliter rejime hatta Türkiye’deki her iktidara faşist deme geleneğindedir. Neredeyse AKP iktidara geldiği günden beri “AKP faşizmi” kavramını kullanan gruplar vardır. Ben bu tahlillere katılmıyorum, faşizmin çok özel bir durum olduğunu, her baskıcı totaliter rejime faşizm denemeyeceğini, ama Suruç Katliamı milat alınarak başlayan sürecin açık faşizmin yerleşme süreci olduğunu ve bunun nerdeyse tamamlandığını düşünüyorum. Her döneme faşizm demenin olumsuz sonucu, yaşadığımız bu dönemin özgüllüğünü kavrayamamak olacaktır. Bilindiği gibi faşizm Almanya’da da İtalya’da da savaş ve  devrimci durumların sonrasında, devrimci işçi hareketin yenilgisinin bedeli olarak, orta sınıfların ve de işçi sınıfının geri kesimlerinin de desteğini alarak ortaya çıkmış bir rejimdir. Bugünkü durum da bunu andırıyor. Gezi’den beri gördüğümüz, 7 Haziran seçimlerinde zirveye ulaşan devrimci yükselişin bitişi, kitleleri bir program etrafında toplayamadan dağılışı, yerini dağınıklığa ve umutsuzluğa bırakması koşullarında karanlık önce sokaklara hakim oldu. Suruç ve 10 Ekim Katliamları sonrasında sokakları, meydanları kaybettik. 11 Ocak sonrasında Barış için Akademisyenlere, sonra basına yönelik saldırılar ile geniş kitleler bütün ifade olanaklarından yalıtılmaya çalışıldı. Artık bir bildiri imzalamak ya da bir basın açıklaması okumanın suç olduğu koşullarda politik haklar tamamen yok edildi. Bizlerden sonra, Özgür Gündem’le dayanışma içinde oldukları için Şebnem Korur Fincancı, Erol Önderoğlu ve Ahmet Nesin de bir süre tutuklu kaldılar. Halkın haber alma hakkını savunan gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül’ün davası, ceza ile sonuçlandı. Yine Özgür Gündem’e destek olan Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay ve Zana Kaya uzun süre tutuklu kaldılar. Tam onların serbest kaldığına sevinmiştik ki Ahmet Şık’ın tutuklanması haberi geldi. Özgür Gündem Genel Yayın Yönetmeni İnan Kızılkaya halen tutuklu, halen  nöbetçi yayın yönetmenleri yargılanıyorlar. İfade özgürlüğünde olduğu gibi basın özgürlüğü konusunda da ne yazık ki kötü bir dönemden geçiyoruz.

15 Temmuz’dan sonra, daha önceleri aksak işleyen hukuki zemin bile ortadan kayboldu. 15 Temmuz öncesi soruşturmalarda ifade vermek, savunma yapmak durumundayken, sonrasında bir gecede çıkarılan KHK’lar ile sorgusuz sualsiz işten atılmalar, sorgusuz sualsiz FETÖ’cü ya da “bölücü” diye yaftalanmalar ve uzun gözaltılar, tutuklamalar, kitleleri en temel politik haklardan bile yoksun bıraktı. Giderek açık faşizmin bütün ögeleri tamamlanarak, dine dayalı milliyetçi, ırkçı, hiç bir özgürlük alanı tanımayan, “hiç bir kanun ile bağlı olmayan” bir dikta rejiminin yerleşmekte olduğunu görüyoruz.

Bunu durdurmak için tek şansımız var: Hayır demek! Kitleleri başkanlık sistemine hayır demeye çağırmak! Başkanlık “gerçek olursa” dikta rejimi yerleşmiş olacak ve herkes için çok geç olacak! O yüzden bugünden, Hayır de! Hayır! Demokrasiye ve barışa her zaman ihtiyacımız olduğu için, başkanlık sistemine hayır! Diktatörlüğe hayır!

SINIR TANIMAYAN BİR BARIŞ HAREKETİ HAYAL ETMEYİ BAŞARMALIYIZ

Muzaffer Kaya

BUNDAN tam bir yıl önce kamuoyuna ilan ettiğimiz “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi, Kürt illerinde sürmekte olan ağır insan hakları ihlallerine karşı cesur bir itiraz ve elbette güçlü bir barış çağrısıydı. Doğrusu Türkiye akademisinden hiç beklenmeyecek bir çıkış yaparak, savaş suçu işlediği aşikâr olan iktidarı cepheden karşımıza aldık, yani “Kral çıplak” dedik. Ve bir yıldır bu duruşumuzu bütün bedelleri göze alarak sürdürdük, sürdürüyoruz.

7 Haziran seçimlerinin ardından Erdoğan’ın başkanlık zorlamasıyla devlet aygıtının başta Kürt hareketi olmak üzere demokrasi güçlerinin kazanımlarını tırpanlama politikası iç içe geçti ve tam bir şiddet sarmalına sürüklendik. Ülke içinde ve bölgede savaşı körükleyen bir iktidara karşı gür bir sesle, barış içinde yaşama hakkımızı savunduk. İktidarın bütün saldırılarına ve karalama kampanyalarına rağmen, çağrımız Türkiye toplumun önemli bir kesimi tarafından benimsendi. 11 Ocak’tan sonra çeşitli toplum kesimlerinden gelen onlarca destek açıklaması bunun kanıtıdır. Ayrıca bildirimiz, uluslararası toplumun Türkiye’de yaşananları daha dikkatli bir şekilde izlemesini de sağladı. Bu anlamda bildiri hedefine ulaşmıştır.

Ancak elbette hiçbir bildiri, ne kadar etkili olursa olsun, tüm yatırımını savaşa yapmış bir iktidarı durdurmaya yetmez. Barış ve demokrasinin kazanılması uzun ve meşakkatli bir mücadele gerektirir. Bildiğiniz gibi 1 Kasım seçimlerinde savaş politikasıyla kazandığını gören iktidar, şiddetin dozunu daha da yükseltti. Onlarca Kürt şehri yerle bir edildi, yüzlerce sivil hayatını kaybetti, yüz binlerce insan yerinden yurdundan edildi. Türkiye Kürdistanı yerle bir edilirken ne yazık ki Türkiye’de güçlü bir barış mücadelesi geliştirilmedi. Şimdi savaş sınırlarımızın da ötesine geçerek devam diyor.

Bildirimizde karşı çıktığımız insan hakları ihlallerini yapan paşaların, 15 Temmuz darbe girişiminin de en etkin isimlerinden olduğunu gördük. Barış dediğimiz için bizi “vatan haini” ilan eden Erdoğan, alaşağı olmaktan ancak Ergenekoncularla işbirliği yaparak kurtulabildi. İktidar kavgası içindeki bu kliklerin kan ve yıkımdan başka halklarımıza sunacakları hiçbir şey yok.

Olağanüstü hal ilanının ardından, çok sayıda imzacı akademisyen KHK’lerle işten çıkarıldı. Şu anda 200 civarı arkadaşımız işini kaybetmiş durumda, öte yandan savcılık soruşturması ve üç meslektaşımla birlikte terör propagandası yapmaktan yargılandığımız dava devam ediyor. Bütün bu süreçte dönüp geriye baktığımda, bedel ödeyen hiçbir arkadaşımızın pişmanlık beyan etmediğini ve metanetle bedelleri göğüslediğini görmekten onur duyuyorum.

Geçen bir yılda yaptığımız en güzel şey kendi aramızda güçlü bir dayanışma örgütlemek oldu. Sanırım bizim açımızdan en büyük kazanım bu. Şimdi işten çıkarılan arkadaşlarımız pek çok kentte Dayanışma Akademileri açarak bulundukları yerellikle yeni özgürleştirici bağlar kurmaya çalışıyorlar. İşsiz kalan ve Türkiye’de işini yapma imkânı elinden alınan akademisyenlerin bir kısmı da Avrupa ve Amerika’daki üniversitelerde çalışmaya başladı. Ancak sınırlar bizi birbirimizden ayırmıyor, yurt dışına çıkanlar gittikleri yerde ellerinde geleni yapmaya çalışıyorlar.

Şimdi hem bulunduğumuz yerelliklerden kopmamayı, hem de sınır tanımayan bir barış ve demokrasi hareketi hayal etmeyi başarmalıyız. Mücadelemiz devam ediyor.