COVID-19 Pandemisinde Türkiye Nerede?

Yazar / Referans: 
Gülcan Dereli, Yeni Yaşam Gazetesi
Tarih: 
04.06.2020

Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ile ‘normalleşme’yi konuştuk. Hamzaoğlu, “DSÖ, hasta sayısındaki artış hızının en fazla olduğu ilk beş Avrupa ülkesini açıkladı. Türkiye, Rusya ve İngiltere’nin ardından üçüncü sırada” dedi

Dünyada ve Türkiye’de koronavirüs salgını yayılmaya devam ederken, ‘normalleşme’ adı altında yeni bir sürece giriliyor. Türkiye’de hükümetin attığı adımlara dair ise bilim insanlarının endişeleri sürüyor. Şeffaflık ve verilerin güvenirliği konusunda eleştirilerde bulunan bilim insanları, salgın sürecinde halk sağlığının değil ekonomik gerekçelerin baskın olduğunu ifade ediyor. Verilerin güvenirliğini ve “normalleşme” adımlarını Halk Sağlığı ve Epidemiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’na sorduk.

COVID-19 salgınıyla mücadele ülkemizde nasıl yönetiliyor?

Sağlık Bakanı, Türkiye’de ilk COVID-19 hastasının 10 Mart’ta tespit edildiğini, bu hastalığa bağlı ilk ölümün de 18 Mart’ta gerçekleştiğini açıkladı. Sonrasında da önce kişisel tweter hesabı üzerinden zaman zaman da basın açıklamasıyla hasta, ölüm, yoğun bakımda yatan ve iyileşenlerle test sayılarını gün be gün bildirdi. Kabine üyeliği öncesinde özel hastane patronluğu ve vakıf üniversitesi sahipliği ile bildiğimiz Sağlık Bakanı bu süreçte ise bilim kurulu ve iktidarın salgınla ilgili basın sözcülüğünü başarıyla yürüttü. Görünen o ki süreç ne kurul ne de bakanlık tarafından yönetildi. İlk günlerin yoğun kaygısından hemen sonra, her konuda olduğu gibi salgın da AKP Genel Başkanı ve reisicumhur Recep T. Erdoğan tarafından bizzat yönetiliyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklanan hasta ve ölüm sayılarının eksikliği konusunda Türkiye’yi uyardığı doğru mu?

İktidar, Sağlık Bakanı’nın sözcülüğüyle kamuoyuna klinik (ateş, nefes darlığı, öksürük vb.) ve radyolojik (bilgisayarlı tomografide viral zatürre) olarak COVID-19 hastası olduğu kabul edilip, (büyük çoğunluğu hastaneye yatırılarak) ilaç tedavisi başlananlardan PCR testi pozitif çıkanları hastalar olarak, bu kişiler arasından yaşamını kaybedenleri de ölümler olarak açıklıyor. Klinik ve radyolojik olarak tanı koyup, ilaç tedavisine başlanmasına karşın, PCR testi negatif çıkanlar sözcünün açıkladığı hasta sayılarına, yine bunlar arasından hayatını kaybedenler de ölüm sayılarına dahil edilmiyor. Oysa, sözcünün açıkladığı hastalar Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından “kesin hasta”, açıklamadıkları ise “olası hasta” olarak kabul ediliyor. DSÖ, ülkelere her iki hasta grubunun da, her iki hasta grubu içinden ölenlerin de açıklanmasını, birbirinden ayrı tutulabilmesi için de farklı kodlama öneriyor. Çünkü, bu zamana kadar sahip olunan bilgilere göre, 100 COVID-19 hastasından yaklaşık 20’si şikayetleri nedeniyle hastaneye başvuruyor. Ya da hastaneye başvurmayı gerektirecek kadar kendini kötü hissediyor. Otuz, otuz beşinde hiçbir belirti görülmüyor. Diğerleri ise hastalıkla doğrudan ilişkilendirilemeyen hafif belirtilerle hastalığı geçiriyorlar. Durum böyle olunca, gerçek sayılara ulaşabilmek zaten olabildiğince zorken, bir de ulaşılmış hastaların “saklanması”nın alınacak önlemler başta olmak üzere, toplumun gerçek durumu bilmesi ve değerlendirebilmesi yönünde karartıcı olması istenmiyor. Ancak, dinleyen kim!

Açıklanan hasta ve ölümlerle ilgili bilgiler yeterli mi?

Neredeyse bütün ülkeler tarafından düzenli bir biçimde açıklanıyor olmasına karşın, Türkiye’de sözcü tarafından bugüne kadar açıklanmış olan hasta ve ölümlerin yaşını bilmiyoruz, cinsiyetini bilmiyoruz, tansiyon ve şeker vb. kronik hastalıklarının olup olmadığını bilmiyoruz, hangi şehirlerde olduklarını da bilmiyoruz. Karartma/sansür bu kadarla sınırlı da değil. Bilindiği gibi, her ne sebeple olursa olsun, hayatını kaybedenlerin defin vd. işlemlerinin yapılabilmesi için Sağlık ve İçişleri Bakanlığı ile Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun ortak formu olan “ölüm belgesi”nin doldurulması gerekiyor. Bu belgede ölen kişilerin kimlik ve ikametgah bilgisinin yanı sıra, ölümüyle ilgili bilgiler de yer alıyor. Gelin görün ki yalnızca olası (açıklamadıkları) hastaların değil, açıkladıkları (kesin) hastaların ölümünde doldurulan ölüm belgelerinde de ölüm nedeni olarak COVID-19 yazılmıyor. Onun yerine her iki grup için de ölüm şekli hanesine “Bulaşıcı hastalık (Doğal Ölüm)” yazılıyor. Bu bilgiden hareketle Türkiye’de 18 Mart 2020 tarihinden itibaren defin işlemi yapılmış olanların ölüm belgelerinde “Bulaşıcı hastalık (Doğal Ölüm)” yazılmış olanları COVID-19 hastalığından ölmüş olarak kabul etmemiz hiç de yanlış olmaz. Dolayısıyla belediyeler üzerinden COVID-19 hastalığından ölenlerin sayılarına ulaşabilmek mümkün. Tüm sınırlılığına karşın, açıklanandan daha doğru bir sayıya ulaşabileceğimizi söyleyebiliriz. Bu duruma karşın, ana muhalefetin konuya meraksızlığını anlamlandırmada oldukça zorlanıyoruz.

Salgın nasıl devam edecek? Ne gibi olasılıklar var?

Pek çok virüs için olduğu gibi, etkene özel ilacın bulunabilmesine yönelik atılabilmiş herhangi bir olumlu adım henüz yok. Aşı konusunda da henüz işin başındayız. Bugün için hastalığı geçirenlerde oluşan bağışıklığın süresi, kalıcılığı konusunda yeterli bilgiye de sahip değiliz. Bağışıklık, grip virüslerinde olduğu gibi geçici mi yoksa kızamık virüsünde olduğu gibi yaşam boyu kalıcı mı olacak? Bu soruların yanıtları COVID-19 pandemi sürecinin nasıl devam edeceğini tahmin edebilmemiz için yaşamsal öneme sahip. Bununla birlikte, etkili aşı ya da ilacın yalnızca bulunması yeterli değil. Pandemi, ülkeler arasındaki ekonomik zenginlik yönünden farklılıkları “dikkate almadan” ilerliyor. Ancak, ülke içindeki etkileri incelendiğinde pandeminin hem doğrudan (hastalanma ve ölüm) hem de dolaylı (işsizlik, yoksulluk vb.) etkilerinden zenginlerin etkilenmediği en azından çok çok az etkilendiğini gözlemleyebiliyoruz. Özetle, pandeminin etkisinin sınıfsal hiyerarşiyle paralel olarak yaşanmakta olduğunu söyleyebiliriz. Böyle olunca bulunacak aşıya ve/veya ilaca gereksinimi olan herkes ulaşabilecek mi? Bilinen en yakıcı örneklerinden birisi olduğu için anımsayalım. HIV (AIDS hastalığının etkeni) taşıyıcılarında hastalık gelişmemesi için kullanılması gereken ilaçların ucuz üretimi, ilacın üretim hakkını (patentini) elinde bulunduran ilaç şirketinin başvurusu ile uluslararası tahkim kurulu tarafından yasaklandı. İlaca ulaşamayanlar birer birer hastalanıyor ve ölüyor. Benzer bir durumla (ilaç alacak kadar paraları yoksa bırakınız ölsünler) karşılaşma olasılığımız, kapitalizmin ya da neoliberal kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada, hiç de düşük değil.

Bu soruya bir ek yapmak istiyorum. Salgının durumunu değerlendirmek için bazı sayılardan, hesaplamalardan bahsediliyor. Kısaca da olsa bilgi verebilir misiniz?

Bunlardan ilki, temel çoğalma sayısı (basic reproduction numder). R0 ile sembolize ediliyor. Bulaşıcı hastalığa yakalanmış bir kişinin, herhangi bir önlem alınmadığında, iyileşene kadar hastalığı/etkeni ortalama kaç kişiye bulaştırabileceğini ifade ediyor. COVID-19 hastalığının etkeni olan SARS-CoV-2 virüsü için hesaplanmış, kabul edilen R0 değeri 2-3 arasında değişiyor. Bu demektir ki eğer herhangi bir önlem alınmazsa bir COVID-19 hastası iyileşene kadar 2 ila 3 kişiye hastalığı bulaştırabilir.

Bu değerden yararlanarak bir hesaplama daha yapabiliyoruz; eğer bir bulaşıcı hastalığın aşısı yoksa, etkenin salgın biçiminde yayılmasının sonlanabilmesi için toplum nüfusunun ne kadarının hastalanması gerektiği bilgisi. Bunu, toplum bağışıklığının sağlanması için nüfusun ne kadarının hastalanması gerektiğinin hesaplanması olarak da ifade edebiliriz. COVID-19 hastalığı için toplum bağışıklığı %50-67 arasında değişiyor. Başka bir ifadeyle, ülke, dünya nüfusunun en az yarısı ile yüzde 67’si hastalığı geçirir ve bağışıklık kızamık hastalığında olduğu gibi kalıcı olursa pandemi, salgın hali kendiliğinden bitecek, gececek.

Bir de Rt olarak sembolize edilen, zamanla değişen çoğalma sayısı (the time-varying reproduction number) var. Bu hesaplama da salgınla mücadelede izlenen yolun, yapılanların etkisini değerlendirmek için kullanılıyor. Rt eğer azalıyorsa yapılanlar işe yarıyor anlamına geliyor. Bunun yanı sıra, 1’den büyük ise salgın devam ediyor, 1’in altındaysa salgın azalıyor ve 1 ise var olan durum sürüyor anlamına geliyor.

Bu değerler kolayca hesaplanabiliyor mu?

Her iki değerin hesaplanabilmesi için birbirinden farklı istatistik modeller kullanılıyor. Bir de tercih ettiğiniz model üzerinden hesaplama yapabilmeniz için modele koymanız gereken değişkenler var. Bu hesaplamayı TÜİK’in enflasyon hesaplamasına benzetebiliriz. Biliyorsunuz, TÜİK enflasyon hesabında kullanılan modeller arasından birini tercih ediyor. Sonra modele hangi değişkenleri koyacağına karar veriyor. Yani “enflasyon sepetine” hangi malları alacağını da belirliyor. Uluslararası ya da ulusal bir standart yok. Özellikle enflasyon paketinin içeriğini her seferinde birbirinden farklı olarak belirleyebiliyor. Hesapladığı aylık, yıllık enflasyon değeri de hem kullandığı modele hem de enflasyon sepetine aldığı mallara göre düşük ya da yüksek çıkabiliyor.

Konumuza dönecek olursak, bu durum özellikle Rt değerinin hesaplanmasında önem kazanıyor. Hangi model ya da modeller tercih edildi ve hesaplamada salgınla ilgili hangi değişkenlere yer veriliyor, modele konuyor açıklanması gerekiyor. Maalesef bu konu da sansürlü, karartmalı. Sorulara “yetkili”lerden hiç kimse yanıt vermiyor, veremiyor.

Sözcü, tam olarak kavramın ne olduğunu bilip izah edemese de Rt değerini 13 Mayıs 2020 tarihinde 1.56, 20 Mayıs 2020 tarihinde de 0.72 olarak açıkladı. Bu değerlere göre, salgınla mücadelede kullanılan araçlarla olumlu sonuçlar alındığı bir de ülke genelinde salgının azalmakta olduğu sonucunu çıkarmamız bekleniyor.

Matematiksel olarak belki. Ancak TÜİK’in enflasyonu hesaplamasındaki durum, salgınla ilgili hesaplamalarda da geçerli mi değil mi bilmemiz gerekiyor. Bugüne kadar günlük hayatta yaşadıklarımız, sağlık emekçilerinden, tabip odalarının ve TTB’nin açıklamalarından öğrenebildiklerimiz ise aksi yönde.

Peki, Cumhurbaşkanı, makamına ait 4 Mayıs 2020 tarihli belgenin içeriğinden farklı olarak, 1 Haziran 2020 tarihini yasakların kaldırılması için neredeyse bir milat olarak ilan etti. Yasakların, kısıtlılıkların azaltılması, kaldırılmasıyla ilgili uluslararası kriterler var mı?

DSÖ Avrupa Bölge Ofisi, ülke yönetimlerinin pandemiyle mücadele politikalarında dikkate alınması gereken önemli bir belgeyi 24 Nisan 2020 tarihinde yayımladı. “Halk Sağlığı Önlemlerinin COVID-19 Geçiş Evreleri Boyunca Güçlendirilmesi ve Ayarlanması” başlıklı bu metinde yasakların kaldırılması ve kısıtlılıkların azaltılmasının hangi kriterlere göre yapılması gerektiği başta olmak üzere, bir çok başlıkta bilimsel bilgiye dayalı öneri ve uyarılar bulunuyor. Aklıma gelen en önemlilerini paylaşmak isterim. Bulunulan gün itibariyle, uygulanmakta olan yasakların, kısıtlılıkların kaldırılabilmesi ve/veya azaltılması için dikkate alınması gereken bir kesin iki tane de güçlendirici kriter öneriliyor. En az 14 gün boyunca test sayısının artmasına ya da aynı kalmasına karşın, yeni hasta sayısının-pozitiflik orantısının azalması ya da aynı kalması, kesin kriter olarak öneriliyor. En az 14 gün boyunca ölümlerin düzenli ve sürekli olarak azalması ile sağlık emekçileri arasında hasta olanların düzenli ve sürekli olarak azalması da karar vermeyi güçlendirici iki kriter olarak sunuluyor.

Peki, Türkiye bu kriterlere göre günümüzde ne durumda? Bu kararlar DSÖ’nün kriterlerine uyuyor mu?

Anımsayacağız gibi, sözcü, 11 Mayıs 2020’nin “Yeni Normal Dönem Başlangıcı” olarak ilan edildiğini aynı gün yapılan basın açıklamasında kamuoyuna duyurmuştu. Şimdi yukarıda da bahsettiğimiz gibi, paylaşılan verilerin önemli sınırlılıklar içerdiğini bir defa daha anımsayarak el yordamıyla da olsa değerlendirmelerimizi nesnel kriterlere dayandırma çabamızdan vazgeçmeden devam edelim. Sözcünün başlangıç ilanını paylaştığı gün Türkiye’de toplam hasta sayısı 139 bin 771, hayatını kaybedenlerin toplam sayısı da 3 bin 841 olarak, aynı gün için yeni hasta sayısı bin 114 ve hayatını kaybedenlerin sayısı da 55 olarak yine kendisi tarafından açıklanmıştı. Küçük bir hesap yaptığımızda yine aynı gün için testin pozitiflik orantısının onbin test başına 340 olduğunu görüyoruz. DSÖ Avrupa Bölge Ofisi tarafından da önerildiği gibi değişimleri dönemler olarak ele almamız yararlı olacaktır. Sözcünün kamuoyuna duyurduğu tarihi de içeren 11-23 Mayıs döneminde toplam 437 bin 75 test yapılmış ve bunlardan 17 bin 29’u pozitif çıkmış. Yeni olgu/pozitif test orantısı onbinde 389. Her bir gün için ortalama 33bin 621 test yapılmış, yine her bir gün için bin 310 yeni hasta/pozitif test saptanmış.

Reisicumhur tarafından 1 Haziran’ın dediğiniz gibi milad ilan edildiği 28 Mayıs ve öncesindeki ondört günü, 16-28 Mayıs dönemini de aynı kriterlerle değerlendirmemiz uygun olacaktır. Bu dönem içinde toplam 380 bin 820 test yapılmış ve bunlardan 14bin 522’si pozitif çıkmış. Yeni olgu/pozitif test orantısı onbinde 381. Her bir gün için ortalama 29 bin 293 test yapılmış ve her bir gün için bin 116 yeni hasta/pozitif test saptanmış. İkinci dönemde yapılan toplam test sayısı önerilenin aksine 56 bin 255 adet azaltılmış. Başka bir ifadeyle, önceki dönemde yapılan her 100 test yerine 87 test yapılmış.

Bu dönem içinde günlük ortalama test sayısının düşmesinin yanı sıra günler arasında da büyük farklılıklar izlendi. Örneğin 16 Mayıs’ta 42 bin 236, 20 Mayıs’ta 20 bin 838 test yapılmışken, 23 Mayıs’ta 40 bin 179, 26 Mayıs’ta da yalnızca 19 bin 853 test yaptıklarını açıkladılar. Testlerin pozitiflik orantısı ya da onbin test başına saptanabilen yeni hasta sayısı üzerinden bir bilgiyi daha paylaşmak istiyorum. Bu hesaplamaya göre, onbin test başına yeni hasta sayısının 11 Mayıs’ta 340, 23 Mayıs’ta 295 ve 28 Mayıs’ta da 352 olduğunu görüyoruz.

Unutmadan, sözcü tarafından “Yeni Normal Dönem Başlangıcı” olarak açıklanan 11 Mayıs için toplam sayıları paylaşmıştık. Reisicumhur tarafından 1 Haziran’ın “milad” ilan edildiği 28 Mayıs için de paylaşalım. İki açıklama arasında geçen 17 günlük süre içinde, toplam hasta sayısı %15.2 artarak 160 bin 979’a, toplam ölüm sayısı da %16.1 artarak 4 bin 461’e yükseldi. Reisicumhur ile aynı gün DSÖ Avrupa Bölge Ofisi direktörü de son 14 gün içinde toplam hasta sayısındaki artış hızının en fazla olduğu ilk beş Avrupa ülkesini açıkladı. Buna göre, Türkiye, Rusya ve İngiltere’nin ardından üçünsü sırada. Belerus dördüncü, İtalya ise beşinci sırada yer alıyor.

Bu veriler bize ne söylüyor? Kısaca açıklayabilir misiniz?

Yukarıda kısaca paylaştım, son 14 günde toplam hasta sayısı artış hızında ‘Avrupa üçüncüsü’ olmuşuz. Yetkili(ler) de ilk günlerden beri dünyanın en başarılı ülkesi olduğumuzu kanıtlamaya çalışıyor. Oysa, hastalananlar da ölenler de insan. Bunlar sayı değil. Birilerimizin annesi, babası, karısı, kocası, kardeşi, çocuğu, arkadaşı, meslektaşı, tanıdığı. Her biri tek tek insan. Bizden birisi. Yetkili(ler) aklından çıkarmamalı, salgınla mücadele insanlar hastalanmasın, ölmesin diye yapılır. Yarışmak için değil.

Sorunuza döneyim ve tek cümleyle söylemeye çalışayım; “Türkiye’de salgın yönetiminde tutarsızlık söz konusu”. Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı eliyle, 11 Mayıs’ta kamuoyuna 4 Mayıs 2020 tarihli “Normalleşme Planı” açıklanıyor. Gerekçesi kamuoyuna açıklanan rakamlar çerçevesinde “anlaşılamayan” bir biçimde, Reisicumhur üç hafta dolmadan neredeyse hemen her alandaki yasakların kalkması ve kısıtlılıkların azaltılması konusundaki tarihleri bir ay ile bir hafta arasında değişen sürelerde erkene çektiğini açıklıyor. Sözcünün haberi olmadan İçişleri Bakanı sokağa çıkma yasağı ilanını açıklayıp, o zamana kadar verilen emeği boşa düşürebiliyor vb.

İkincisi, iktidar, toplumun “bilme hakkı”na yönelik ihlalini kararlılıkla sürdürüyor.

Üçüncüsü, iktidar,“Ben bütün bilgilere sahibim. Bu bilgilerin değerlendirme ve yorumunu ben yapıyorum. Sizin iyiliğiniz için bu, şu karar(lar)ı verdim. Uyun ve bana güvenin” diyor. Toplumun koşulsuz “itaat etmesini” istiyor.

Halbuki salgın gerçeği farklı. Halkların, emeğin dostları bunları sergilemeye devam etmeliyiz. Parti(ler)de gereğini yapabilmeli.

Kaynak: http://yeniyasamgazetesi1.com/covid-19-pandemisinde-turkiye-nerede/